DAĞHAN IRAK
daghan@daghanirak.com
@daghanirak
Birkaç yıl öncesine kadar, “Rahmetli Eric Hobsbawm hayatta olsaydı, yaşadığımız döneme Aptallıklar Çağı adını takardı” derdim. Şimdi artık ‘Aptallıklar Çağı’nın yerini ‘Fevrilikler Çağı’na bıraktığını düşünüyorum.
Hem küresel boyutta, hem de ülkemizde yaşadığımız toplumsal travmaların getirdiği çaresizlik, kolektif öfke, kontrolümüzün tamamen devre dışı kalmasına yol açmış durumda. Herkes sinirini çıkaracak bir yer arıyor. Red Kit’teki bar kavgaları gibi kimin kime vurduğunun belli olmadığı gibi kimsenin umurunda da olmadığı, vurmanın kendisinin bir toplumsal sağaltıcıymış gibi kullanıldığı bir dönemdeyiz.
Ancak bu demek değil ki hedef alınan topluluklar tamamen rastlantısal. Köteğin en büyüğünü, yine toplum içindeki en kırılgan topluluklar yiyor. Gücü yetenin, gücünü yettirdiği bir ortamda, bencil ve fevri şiddet dalgasının yönünü, sırtını doğal kabul edilegelmiş tahakkümlere dayanan fobilerin içinde yerleşikleştiği habituslar belirliyor.
Türkiye’de son dönemde iyice köpüren/köpürtülen ve giderek şiddete meyilli hâle gelen mülteci/sığınmacı/göçmen düşmanlığını da bunun üzerinden okumak gerekiyor. Aslında dinamiklerini, dolayısıyla hangi tuşa basılınca hangi notanın çıktığını pek çoklarının bildiği ve kullandığı bir mesele bu.
Örneğin geçen hafta özellikle Medyascope sitesine ve gazeteci Baransel Ağca’ya karşı Avrupa’dan alınan fonlar üzerinden başlatılan kampanya, aslında motivasyonunu bu gazetecilerin göçmenlerle ilgili yaptıkları haberlerden alıyordu. Bu kampanya esnasında göçmen düşmanlığı Batı’ya yönelik komplotist kuşkuculukla mahirâne bir şekilde birleştirilerek tüm dünyanın Türkiye’ye karşı olduğu ve beslediği iç düşmanlar bulunduğu yolundaki meta anlatının üzerinden toplumdaki milliyetçi damar inceden kaşındı ve Türkiye siyasetinin önemli bir kısmı buradaki siyasi sermayeyi eline geçirmek için yarışa girdi.
Uzunca bir süredir tamamen AKP’nin dümen suyuna girmiş bulunan ulusalcı siyaset, bu süreçte rejime haber alma özgürlüğünü daha da baskılaması için orta keserken siyaset üretememe kabızlığını ucuz ve popülist bir aşırı sağ göçmen karşıtı retorikle örtmeye çalışan muhalefet de meseleyi o tarafından yakaladı. Fikri Sağlar, Kemal Kılıçdaroğlu ve Tanju Özcan’ın art arda söyledikleri, aslında muhalefet içindeki kimi iç hesapların da görüldüğü bir arena yaratmış vaziyette.
Türkiye’deki siyasetsizliğin bir süredir tabandaki öfkelerle ikâme edildiği sır değil. Bu öfkelerin kaynaklarından biri, AKP’nin bir siyasi sömürü aracı olarak kullanmak üzere sorumsuzca ortaya çıkardığı sığınmacı sorunu. Örneğin 2019 İstanbul tekrar seçiminde, AKP’nin kalelerinden Fatih’te seçmenlerin CHP adayını tercih etme nedenlerinden biri, bu ilçedeki Suriyelilerin muhafazakar esnafla girdiği ekonomik rekabetti. Seçimin hemen sonrasında Süleyman Soylu’nun yaptığı çıkışlar ve Türkiye’nin, AB ile pazarlık fırsatı da yaratacak şekilde göçmenleri Yunanistan sınırına taşıması, büyük ölçüde buna benzer saha verilerinin sonucuydu.
Muhalefet tarafına baktığımızda, CHP’nin liderliğinin anıtsal çapsızlığından da dolayı, buradan kendi siyasal pozisyonuna uygun bir politika çıkarmayı becerememesi, ortağı İYİ Parti’nin kendi aşırı sağ retoriğini bütün Millet İttifakı tabanına kabul ettirmesiyle sonuçlandı. Kamuoyu araştırmacıları, İYİ Parti’yle ilgili doğru soruları sorduğu zaman, bu durumun önemi hakkında veri üretebiliyor. Mesela Metropoll’ün bu ay yaptığı ‘Seçmenin İkinci Parti Tercihi‘ araştırmasında, toplam seçmenin yüzde 13,7’sinin, CHP seçmeninin ise yarısının ikinci tercihi İYİ Parti. Bunun nedeni sorulsaydı, daha da anlamlı veriler çıkabilirdi.
CHP’lilerin, sığınmacılar konusunda art arda yaptığı ve aşırı sağ skalanın çeşitli noktalarında konumlanan açıklamalarda kuşkusuz, İYİ Parti’nin son kamuoyu araştırmalarında CHP’yle kafa kafaya gelmesinin, dahası ittifakın siyasal retoriğinin tamamen İYİ Parti tarafından belirleniyor olmasının da payı var. İYİ Parti ile CHP arasındaki ilişki bu bakımdan AKP-MHP ilişkisine benziyor. Tek fark, AKP’nin, Erdoğan ve partinin elinde tuttuğu iktidar nedeniyle MHP’ye oylarını kaptırmaması.
CHP’nin sığınmacıları cisimleştiren ve insanlığından sıyıran söylemi, bu bağlamda İYİ Parti’den rol çalmaya çalışmanın tembelce bir yolu olarak değerlendirilmeli. Dahası, sığınmacı meselesi CHP içerisinde de iç siyasetin bir enstrümanı. Son dönemde sahada sıklıkla gözüken ve ‘kasaba siyasetçisi‘ popülizmini sıklıkla açıktan ırkçılık üzerinden ifade eden Bolu Belediye Başkanı Tanju Özcan’ın, bundan siyasi bir ikbal beklemediğini düşünmek saflık olur.
Ankara’da dört dönem milletvekilliği yaptıktan sonra belediye başkanlığıyla Bolu’ya dönen Özcan’ın, ama CHP’de ama çok yakın mesaisi olduğu Muharrem İnce’nin partisinde liderliğe oynayacağını kestirmek zor değil. Söylem ve eylem planı olarak Tanju Özcan, Süleyman Soylu’yu fazlasıyla andıran bir karakter. Soylu için girdiği gölgeli ilişkiler ve Erdoğan’la gergin ilişkisi nedeniyle kapanan zirve yolu, önünde son derece zayıf bir liderlik bulunan Özcan için açık olabilir. Son günlerde yaptığı ırkçı açıklamalar, Özcan’ın bu yolda en azından etik anlamda çok da bir ayakbağının olmayacağını gösteriyor.
Özcan’ın iki gün önce söyledikleri, aslında hangi damardan beslenmek istediğini açık ediyor: “Çıkıp birileri insan haklarından bahsedecek, bana ‘faşist’ diyecek. Hiç umurumda değil!” Aslında sosyal medyada sığınmacılarla ilgili her tartışmada dile getirildiğini uzun süredir gözlemlediğimiz, belli bir kitlenin kendi kendine çizdiği ahlaki son sınırı refere ediyor. Özcan, bu kitleyi peşine takıp o ‘en azından faşist denecek kadar aleni ırkçılık yapmama‘ çizgisinin ötesine geçirerek rahatlatmayı, bundan da siyasi sermaye devşirmeyi planlıyor.
Söylenmesi ayıp addedilen ama içten içe düşünüleni meşrulaştırıp, açıktan söylenebilir kılmak, sağ popülizmin oyun kitabında yıllardır var. Boris Johnson’dan Trump’ına kitleleri ‘siyaseten doğruculuk‘ zincirlerinden çözüp merkez siyaseti aşırı olana alan açacak şekilde genişletmek, pek çok popülistin temel stratejilerinden. Türkiye’de yakın zamanda bunu Süleyman Soylu’nun da uyguladığını gördük.
Özcan’ın siyasi ikbalini bir kenara bırakıp kullandığı toksik retoriğin neden özellikle sosyal medyada binlerce insandan destek bulduğunu incelemek lazım. Yani Özcan’ın ve diğer aşırı sağ popülistlerin sığınmacı meselesinden neden bu kadar rahat nemalandığını konuşmak gerekiyor.
Birinci ve gözümüzün önündeki neden, hiç kuşkusuz, ülkenin içine saplandığı ekonomik ve toplumsal kriz. Türkiye’de, ülkeyi iflasa götürdüğünü senelerdir ısrarla kabul etmeyen, hezeyan içinde bir rejim var. İnsanlar mutsuz ve giderek daha da mutsuzlaşıyor. Üstelik rejimin kurduğu baskı nedeniyle, bu mutsuzluğu ifade edebilecekleri kanallar da yok. O öfke, ancak tehlikesiz bir yere kanalize edilerek deşarj oluyor.
Sığınmacılar, bu yolda en kolay hedef. Sığınmacıların sahip olduğu özellikle ekonomik haklar konusunda yıllardır her biri yüzlerce kez tekrarlanmış yalan haberlerin, her seferinde alıcı bulması, biraz da mevcut fakirleşmeyle yüzleşirken kullanılan bir savunma mekanizması.
Ekonomik kriz dönemlerinde ırkçılığın yükselmesi ve yabancıların ‘ülkenin kanını emen sülükler’ gibi resmedilmesi, Türkiye’ye has olmadığı gibi, yeni de değil. 1930’lara gidildiğinde Avrupa’da faşizmin yükselişinde bugün Türkiye’de kullanılan söylem birebir bulunabilir. Yakın zamanda da 2008 küresel krizinden sonra Avrupa’da sıklıkla duyulan ve ironik bir şekilde en çok da Türkiyeli göçmenlere karşı kullanılan bir söylem bu. Tanju Özcan’ın, Suriyelilere karşı söylemiyle, Nigel Farage’ın, Türkiyelilere karşı söylemi arasında en ufak bir fark yok.
Bu noktada, daha arka planda duran, ikincil ama aslında daha köklü nedene geliyoruz. Türkiye, hem göç alan hem de göç veren bir ülke. Avrupa’nın pek çok ülkesine yayılmış birkaç milyonluk ve yarım asırlık bir diaspora toplumu var. Dahası, şu an aktif olarak Türkiye’den göçün en yoğun olduğu dönemlerden birindeyiz. Siyasal ve toplumsal nedenlerle on binlerce kişi son birkaç yılda Türkiye’yi terk etti, üstelik Batı dünyasının göç konusunda kapıları en sıkı kapattığı bir dönemde. Nispeten daha rahat bir dönemde, Türkiye’den çıkışları yüz binlerle ölçebilirdik. Türkiye’den gidenlerin gittikleri yerde ırkçılıkla karşılaştığı da sır değil.
Peki, o zaman milyonlarca göçmen ve göçmen adayının bulunduğu Türkiye toplumu, neden göçmenlere karşı düşmanlığa bu kadar teşne? Bu hâldenbilmezlik yalnızca ekonomik nedenlerle açıklanabilir mi?
Açıklanamaz. Çok daha derin bir fay hattına değmiş bulunuyoruz.
Modern Türkiye, kendini Osmanlı’dan sıyırırken, Batılı bir ulus-devlet olarak tarif etti. Modern Türkiye projesinin temel dayanak noktası ‘muassır medeniyetler seviyesi’, temelinde geçmişle radikal ve büyük oranda da zorlama bir kopuşu gerektiriyordu, en azından böyle olduğu düşünüldü. Sonuç olarak modern Türkiye ulusu, kendisini Doğu’nun antitezi olarak konumlandırdı ve Batılılığını bu şekilde kanıtlamaya çalıştı.
Kuşkusuz bu tarif, Anadolu gibi heterojen ve geçişli bir coğrafyaya uymadı ve şu an sonuçlarını yaşadığımız kan uyuşmazlıkları doğdu. Fransız tipi, asimilasyoncu, tek kimlikli modelin, dünyanın en çok kimlikli coğrafyalarından birine uymayacağı düşünülemedi. Batılı Türk kimliği yaratılırken, Doğu’dan kopuş bir takıntı hâline geldi, bu takıntının derinliği, kan uyuşmazlığıyla karşılaşıldıkça daha da arttı. Yani modelin oturmadığı anlaşıldıkça, üzerinde daha da fazla ısrar edildi.
Sonuç olarak modern Türkiye’yi tarifleyen şey, hiçbir şekilde Doğulu olmama konusundaki fanatikçe ısrar oldu. Bu Batı tercihinin ve Doğu’dan kopma çabasının ortaya çıkışı tümüyle mantıksız değildi aslında, çok akılcı bir mecburiyetten de kaynaklanıyordu. Türkiye’nin kendi sınırlarını belirlediği dönemde, yani 1920’lerin ilk yarısında, Ortadoğu coğrafyası hâlâ emperyal paylaşım kavgalarının bir parçasıydı. Gerçekten müthiş bir diplomatik ve askeri çabayla o paylaşım kavgalarının merkezinden kendini kurtaran ve bir ulus-devlet olarak tanınmayı başaran Türkiye’nin, bu kadrajın içine girmemek için çabalaması anlamsız değildi. Bunu da büyük ölçüde başardı. Yıllar sonra Ahmet Davutoğlu’nun sahte bilimsel doktriniyle Ortadoğu’nun ortasına atlayan Türkiye’nin başına gelenler, o politikanın epeyce bir mantığı olduğunu gösteriyor.
Lâkin, Türkiye kültürel olarak Batılı olduğunu kanıtlamakta harcadığı eforu, modernleşme sürecinin kendisinde gösteremedi. Türkiye modernleşmesi, kafası karışık ve neyi model alacağını bilemeyen yapısıyla eksik kalmaya hemen hemen mahkumdu, öyle de oldu. Cumhuriyeti kuran askeri kadroların diplomasiyi öğrenme becerisi takdire şayandı, ancak aynı başarıyı toplum biliminde gösterdiklerini söylemek çok güç.
Sonuç olarak, ortaya kendisiyle barışık olmayan, güvensiz, takıntılı, modernleşmesinin eksiklerini patolojik bir Doğulu düşmanlığıyla örtmeye çalışan bir Türk kimliği çıktı. Batı’nın karşısında kendi Doğululuğunu, bayram ziyaretinde delik çorabını saklamak için ayak parmaklarını kıvırır gibi saklayan bir kimliğin iç huzura sahip olmasını beklemek mümkün de değildi zaten.
Hatta, bugün Türkiye’deki Doğulu sığınmacılara yönelik öfkenin şehirli, orta sınıf gençliği arasındaki popülerliği, belki de bu göçün, kendilerinin ait olduğu Batı’ya en gidemediği bir dönemde ortaya çıkışına da bağlı olabilir. Kendini Batılı hisseden Türkiyeliler, vize ve kur farkı gibi nedenlerle artık Batı’ya turist olarak bile gitmekte zorlanıyor, kendi ülkeleri ise o hep kaçmaya çalıştıkları Doğu’ya daha önce hiç olmadığı kadar benziyor. Belki de sokakta gördükleri her Suriyeli, rastladıkları her Arapça tabela, ait olmadıklarını düşündükleri bir dünyada mahsur kalışlarını hatırlatıyor onlara.
Bu Doğu karşıtı kimliğin özellikle seküler orta sınıfta, yüz yıl kadar sonra bile ne kadar baskın olduğunu, günümüzdeki sığınmacı krizinde görüyoruz. Türkiye’ye, Arap coğrafyasından milyonlarca göçmenin gelmiş olması, Arapça’nın bir anda yaygın bir şekilde konuşulması, yani Avrupa’daki Türkiyelilerin orada yaptığı her şeyi Suriyelilerin Türkiye’de yapması, tüm paradigmasını Arap olmadığını kanıtlamak üzere kurmuş bir toplum için bir travma.
Bu travma, Avrupa’nın Türkiye’yi pragmatik nedenlerle Ortadoğu coğrafyasına itmesi ve AKP’nin ‘ümmet liderliği‘ sayıklamaları nedeniyle hem derinleşti, hem de politize oldu. Kabiliyetsizliği nedeniyle, AKP’ye karşı siyaset üretmekte akıl almaz derecede zorlanan ve aslında AKP’yle paylaştığı epeyce bir ortak siyasi kod da olan muhalefet için bu travma, kolay ve verimli bir siyasi maden olarak ortaya çıktı. Zaten muhalefetin çekirdek seçmen kitlesinin tam merkezinde bulunduğu bir toplum katmanının yaşadığı kriz, ucuz siyaset için sorumsuzca sömürülmeye başladı, hâlâ da devam ediyor.
Mutsuz ve fevri Türkiye toplumunun, artık hasleti hâline gelmiş Doğu fobisini ısrarla kaşımanın, Doğu’dan gelen milyonlarca göçmenin bulunduğu bir bağlamda vereceği kalıcı toplumsal zararları öngörmek zor değil. AKP’den iktidarı devralma iddiasında olanlar, ucuz ve günlük siyasi puanlar için tehlikeli işlere kalkışacağına, göç meselesini toplumsal uyum çerçevesinde nasıl düzenleyeceğini düşünmek durumunda, hiçbir şey için değilse, kendi iktidarları döneminde pogromların nasıl önleneceğini kara kara düşünmek zorunda kalmamak adına.