H. AYHAN TİNİN
Sanat da var / Tiyatro
insanatinart@gmail.com
Mış gibi yapmayalım, dürüst olalım! Modern zamanların mega şehirlerinde sevgisizlikten boğuluyoruz.
İçimiz çöl gibi. Yolda yürürken, ışıklarda beklerken, bize yazılmış bir sosyal medya mesajını görebilmek ya da yanıt verebilmek için hayatımızı tehlikeye atıyoruz.
Dürüst olalım kalabalık içinde ıssızlıktan içimiz yanıyor.
Şehir Tiyatroları’nda geçtiğimiz günlerde galası yapılan ‘Çın Sabahta‘ oyunu; bu yalnız sevgisiz gündelik hayatın içinde, birbirine tesadüfen komşu olan iki kadının birbirlerine nasıl iyi geldiklerini anlatıyor.
Hülya Karakaş hem yönetmiş hem de oynamış. Rol arkadaşı ise Ayşe Günyüz Demirci. Tertemiz, duru oyunculuklar ve sade bir yönetmen dokunuşu oyuna bütünüyle ağılığını koyuyor.
Büyük sözler, ağır duygu patlamaları olmadan, yalnızlığın birlikte olmanın sıcaklığına dönüştüğü bir tiyatro oyunu izledik.
Oyun metni -ışıklar içinde uyusun- Nezihe Meriç’e ait. Has bir öykü yazarının, kelimeler sultanının oyuncaksız fakat etkili dili, dramatik yapının katman katman gelişimi seyirciye etkili biçimde geçiyor.
Önce ‘süper’ kavramı girdi hayatımıza. Normal olmaktan çıkıverdi her şey birden… ‘Süper bir ilişki’ yaşamaya başladık. ‘Süper kötüydük’ o gün… ‘Süper iyi hissettiğimiz’ zamanlar geldi…
Bir duygudan diğerine geçerken ya da bazen eski deyimle halet-i ruhiyemiz değişirken adeta altıncı kattan düşer gibi ya da roketle uzaya fırlatılmış gibi durumlarla karşı karşıya kalmaya başladık.
Süper bitti bir gün. ‘Mega’ başladı. Projeler de megaydı, düğünler de… Aşklar da mega olmaya başladı, acılar da… Rüzgârlı havalarda alçalan ya da yükselen uçaklar gibi mutluluklar da, mutsuzluklar da bize dengemizi kaybettirmeye başladı.
Sade ve sıradan, dengeli ve doyumlu olmayı becermekte güçlük çekmeye başladık. Bütün yetkinliklerimiz tam, ruhumuz hep yarımdı.
Oyundaki adliye hademesi Feriş gibi insanların artık yaşamda olmadığı sanrısına kapıldık. Küçük eşyaları, küçük bütçesiyle aldığı küçük evi, küçük fakat özenle saklanan anıları, küçük hayalleri, bir şişe değil bir kadeh şarapla yetinilen sohbetleriyle küçük ama dengeli insanlar…
Behçet Necatigil’in şiirlerini unuttuk. Sait Faik’in öykülerini… Ve zıtların gerilimiyle yıpranmaya başladı hayatlarımız.
‘Çın Sabahta’ oyunu bizi tam da buradan yakalıyor. Yeni evine taşınan Feriş, balkondan ağlayan yan komşusunun sesini duyunca, merak ediyor! Evet! Eskiden insanlar komşularını merak ederdi. Dertleriyle dertlenir, sevinciyle gönenirlerdi. Feriş komşusu Güneşi’ye yaklaşmak istiyor. O kaçıyor “Beni yalnız bırak” diyerek. Günümüzün insanın derdi de bu değil mi? Zaten yalnızlık hem nedeni hem de sonucu değil mi yaşadıklarımızın?
Her şeyi olduğundan daha büyük yaşayınca deneyimlerimiz tümörü gibi olmuyor mu hayatımızın? Bütün duyularımızı kör eden bir tümör… Feriş’lerin hayatının gül bahçesi, kendi hayatımızın ise karanlık bir mağaradan ibaret olduğunu zannettiğimiz bir körlük.
Hülya Karakaş ve Ayşe Günyüz Demirci bu karanlığı sahne üzerinde yavaş yavaş aydınlığa çeviriyorlar. Ve Nezihe Meriç’in satırları bize gösteriyor ki; insan insana iyi geliyor.
Duyguları paylaşabilmek, düşünceyi açabilmek, ruhunun nefes alamadığı yerleri söze döküp paylaşmak, aynı zamanda iyileşmenin de başlangıcı oluyor.
İyicil şeylere duyduğumuz gereksinimi bugünlerde neyse ki tiyatro sahneleri gideriyor.
Dürüst olalım. Issızlıktan içimiz yanarken, kötücül mesajlar dört bir yanımızı kuşatmışken… Her bulutun gölgesinde düşman, her güzel şeyin içinde karanlık olduğu her dakika yüzümüze öfkeyle bağırılırken; biz iyicil şeyler arıyor ve bulduğumuzda arkasından gidiyoruz.
Perdeler açılırken, spotlar yandığında, antrelerde, çıkışlarda o iyi olanı alıp yüreğimizdeki yaraların üzerine mıhlıyoruz.
Tıpkı ‘Çın Sabahta’ birbirinde kendilerini tanıyan iki insanın, bizi salondan sevgi, iyilik ve umutla çıkartması gibi, biz de yüreğimizi güneşe çıkartıyoruz.
Ne zaman mı, ‘Çın Sabahta’! Yani çok erken saatinde sabahın…