ALTAN SANCAR
@altansancarr
altansancar@diken.com.tr
Belgeselleriyle Türkiye’de adından söz ettiren gazeteci Can Dündar, ‘Hakikat Bekçileri’yle yeniden izleyiciyle buluştu. Deutsche Welle (DW) ortaklığında hazırlanan seride Dündar, dünyanın değişik köşelerinde özgürlük mücadelesi veren isimlerle buluşuyor.

İlk bölümü, 3 Mayıs Dünya Basın Özgürlüğü Günü’nde ilk kez Almanya’nın başkenti Berlin’de gösterime sunulan serinin ilk bölümünde usta gazeteci izleyicileri Meksika’da yolculuğa çıkarıyor.
Dündar, Meksikalı gazeteci Anabel Hernández’le dünyanın en fazla gazeteci cinayetinin yaşandığı topraklarda uyuşturucu kartelleri ve devlet arasındaki bağlantıların, kayıp yakınlarının izini sürüyor.
‘Yarını inşa etmenin yolu biraz dünü iyi kavramaktan geçiyor’
Can Dündar, yeni belgesel serisini ve gelecek hayallerini Diken’e anlattı:
Biz sizi gazeteci kimliğinizin yanında belgeselci kimliğinizle de tanıyoruz. Siz biraz da ‘arşiv insanı’ gibisiniz. Belgeselle aranızda nasıl bir ilişki var?
Belgesel benim için biraz aile albümünü karıştırmak gibi. Yani hem bundan büyük bir keyif alıyorum hem de oradan çok şey öğreniyorum; aileme dair, köklerime dair. Geçmişte öğrendikçe bugünü daha iyi anladığımızı düşünüyorum. Bugünü daha iyi anladıkça yarını daha iyi planlayabiliriz diye düşünüyorum. O yüzden bugünü anlamanın ve yarını inşa etmenin yolu biraz dünü iyi kavramaktan geçiyor. İyi kavrarsak, aynı çukurlara ısrarla düşmeyiz ve çözüm bulmaya çalışırız. Dönüp, “Bu hatayı yapmışız bir daha yapmayalım” deriz.
Belgesel sadece tarihi belgeseller değil, dünyayı, doğayı, toplumu anlamaya yönelik belgeseller de son derece öğreticidir. Bu yüzden okumayı sevmeyen bir kuşağa belki de dili kullanarak bir şeyler anlatmanın yoludur belgesel. Belgeseli bu yüzden ben hep sevdim biliyorsun. Türkiye’de de uzun yıllar belgesellere çok emek verdim. Şimdi de buna devam etme fırsatı yakaladım burada.
‘Türkiye’den gelen birinden beklenti ‘Bize Türkiye’yi ve Erdoğan’a anlat‘ oluyor’
O zaman gelelim belgeselinize. Hakikat Bekçileri biraz sizin aynı kaderi paylaşan insanlarla buluşmaya da yol açıyor. Bir de Meksika, her açıdan tehlikeli bir ülke. Hem bir iade anlaşması var hem de gazeteciler açısından tehlikeli. Biraz bu süreci ya da serüveni anlatır mısınız?
Açıkçası ben Türkiye’de belgesel yaparken en büyük hayalim dünyanın diğer belgeselcileriyle birlikte bir şeyler yapmak, onlarla buluşabilmekti. Mesela bizler için ARTE efsane bir televizyon kanalıydı. Bir gün buraya bir şey yapabilir miyim diye hayal kurardım hep. İlginç bir şekilde sürgün bana bu fırsatı verdi. Paradoksal bir şekilde belgeselci olarak önümü açtı.
Uluslararası çıtaya çıkma şansı verdi. Ve burada dünyanın diğer belgeselcileriyle buluşma şansını yakaladım. Bu çok büyük bir deneyim ve benim için gerçekten önemli bir kazanım. Şimdi belgesel jürilerine de giriyorum. Dolayısıyla dünyada belgeselciliğin gidişatının geldiği noktayı görebiliyorum. İş birliği fırsatları doğuyor ve şimdi nihayet yapım şansı da doğuyor. ARTE için bir belgesel yapmıştık daha önce. Şimdi de Deutsche Welle’den bir teklif geldi.
Seviniyorum, çünkü burada genellikle Türkiye’den gelen birinden beklenti “Bize Türkiye’yi ve Erdoğan’a anlat” şeklinde oluyor ve bu size bir sınır koyuyor. Yani sizi gene bir düşünsel kafese hapsediyorlar ve “Sen bunun dışına çıkma, bize kendi memleketini anlat. Dünyanın kalanını anlatmayı bize bırak” yaklaşımı oluyor. Bu beni çok rahatsız ediyordu ve ilk defa bu belgeselle biz Almanlara da dünyanın kalanına da dünyayı anlatma fırsatını yakaladık. Dolayısıyla benim mesleki kariyerim açısından en önemli şey bu.
DW size tam da beklediğiniz teklifle geldi yani…
Getirdikleri teklif, “Senin orada yaşadıklarını dünyanın başka yerlerinde yaşayanlar var. Fikir özgürlüğü için, insan hakları için mücadele verenler var. Onlarla buluşmak ister misin?” şeklindeydi. Ben de büyük keyifle kabul ettim bu seriyi. Her bölümde dünyanın bir başka yerinde mücadele veren bir kişiyi ve onun üzerinden de onun ülkesini anlatmak bu çalışmanın temel amacı.
‘Güvenliğimi düşünen herkes ‘Aman sakın ha!‘ dedi’
Ve Meksika…
İlk bölüm Meksika’yla başladı. Meksika dünyada en çok gazetecinin öldürüldüğü, dünyanın gazetecilerin için en tehlikeli ülkelerinin başında geliyor. Orada uyuşturucu kartellerine karşı mücadele veren bir gazetecinin hikayesini anlatıyoruz. Bunu büyük keyifle kabul ettim, ama tabii Meksika’ya gitme fikri çevremdeki insanları da ailemi de bir hayli tedirgin etti. Avukatlar ve emniyet, yani güvenliğimi düşünen herkes “Aman sakın ha!” dediler. Bunu da birkaç nedenle söylediler tabii ki. Yani hem ülke riskli hem Türkiye’yle aralarında bir iade anlaşması var. Interpol’ün ne yapacağı belli olmaz. Hem de uyuşturucu kartellerine sadece gazeteci olduğum için hedef olabilirdim. Açıkçası hiç kimseyi dinlemeden inat ettim ve gitmeye karar verdim.

O zaman çekimler çok da kolay olmadı sanırım.
Çekimler zorlu geçti. Bana, “Yalnız sokağa çıkmayacaksın, ekipten kopmayacaksın” dediler. Çünkü çok riskli bölgelere gittik. Yani gazetecilerin öldürüldüğü, insanların kaçırıldığı bölgelere gittik. Özelikle uyuşturucu kartellerinin egemenliğini kurduğu bölgelerde çalıştık. Bu benim için son derece üreticiydi, son derece keyifliydi. Sonrasında da birlikte çalışınca belgeselin ortaya çıkarılması sürecinde hem çok şey öğrendim hem de kendi deneyimlerimi onlarla paylaştım. Çok verimli bir süreç yaşadık oldu. 3 Mayıs’ta da Berlin’de galamızı, dünya prömiyerimizi yaptık. Orada da insanların tepkisini gördüğüm için çok mutlu oldum.
‘Avrupa’nın aklına gelmedik bin tane konumuz var’
Dünya standartlarından bahsetmişken, bizde de belgeselcilik giderek büyüyen bir alan olarak öne çıkıyor. Özellikle genç kuşaktan çok sayıda meslektaşımız bu alana gönül vermiş durumda. Bizdeki son durumu nasıl görüyorsunuz?
Bir defa şunu demek istemiyorum: “Avrupa’nın bizden yüksek bir standardı var. Biz onların gerisindeyiz. Onlara ulaşmaya çalışıyoruz” gibi bir şeyden söz etmiyorum. Hep birlikte bir standart oluşturmaya çalışıyoruz. Kaldı ki gerçekten ben Almanların belgesele yaklaşımını şimdi daha net gördükçe kendi yaklaşımımı daha çok empoze etmeye çalışıyorum. Başka kültürler, başka tür belgeseller üretiyor. Mesela burada konuya mesafeli, asla konuya dahil olmayan bir yaklaşım var. Neredeyse gazeteci sadece bir fotoğraf makinesinin, kameranın objektifi gibi muamele görüyor.
Mesela bu belgeselde ben konunun hem tarafıyım hem de yapımcısıyım. Dolayısıyla içindeyim. Dolayısıyla duygularım var ve o duygularımı rahatlıkla paylaştım. Bu Almanlar için alışılmadık bir şey. Onlar da büyük şaşkınlıkla izlediler bir kısmını. Ben onlara bir şey kendi açımdan katıyorum, onların deneyimi, birikimi bana geçiyor. Bir tür sentezler oluşuyor. Dünya standardı dediğim aslında bu sentezler ve bu her yerde oluşuyor. Resimde de müzikte de oluşuyor. Göçler hızlandıkça dünya daha hareketli bir hale geldikçe, iletişim imkanları arttıkça bu iç içe geçmeler yaşanıyor. Ve bu çok da sağlıklı bir şey. Bence bizim bu melezleşmeye katacağımız çok şey var. Enerjimiz var. Konularımız var. Avrupa’nın aklına gelmedik bin tane konumuz var. Çok güçlü bir doğa var, doğa mücadelesi var. Çok güçlü bir tarih var. Dünyaya öğreteceğimiz çok şey var. Dolayısıyla burada ne kadar katkıda sunabilirsek ne kadar içine girebilsek dünya bizden daha çok şey öğrenecek. Biz de dünyadan çok şey öğreneceğiz. Bir an önce bu açılmanın imkanını yaratmak lazım diye düşünüyorum.
Belgesin benim açımdan çok daha da önemli olan noktası altı dilde yayınlanması. İlk defa belgeselimi Hintçe izledim. Dublajla kendi sesini izleyince insan gerçekten heyecanlanıyor. Arapçası var. İspanyolcası var. Almancası, İngilizcesi var. Türkçesi var. İzleyicilerimiz onları da Youtube’da bulabilirler. İlk haftadan farklı coğrafyalardan farklı dillerden yarım milyona yakın bir seyirciye ulaşması hakikaten benim için çok büyük umut veren bir şey.
‘Ben ya da bir başkası bu dönemin kesinlikle belgeselini yapmalı’
Şimdi size herkesin aklına gelen o soruyu soracağım: Bir gün Türkiye döndüğünüzde AKP dönemini veya son dönem Türkiye’sini Can Dündar’dan izleyebilecek miyiz? Can Dündar AKP veya Erdoğan belgeseli yapmak ister mi?
İsterim Altan, çünkü bir daha bunları yaşamak istemiyorsak, buradan dersler çıkarmamız lazım. Her ne kadar artık Erdoğan’ı görmeye hepimiz doyduysak da yirmi yıl sonra, bir iki yıl daha Erdoğan görüntülerini ve sesini dinlemek yorucu olacak ise de ben ya da bir başkası bu dönemin kesinlikle belgeselini yapmalı. Bu dönemin hatalarından toplumun dersini almaya ihtiyacı var. Nerede hata yaptık, neden böyle oldu, neden bu toplumun kimyası bozuldu, nasıl oldu da koca bir toplum teslim olmaya yaklaştı sorularının cevaplarını bulmalıyız. Ve umuyorum ki sonunda nasıl kurtulduğunun da… Bütün bunları kesinlikle bir belgesel içinde anlatmak zorundayız. Ben olur başkası olur, ama mutlaka yapılmalı diye düşünüyorum.
‘Meksika’yı görünce Türkiye için umutlandım’
Ben belgeselinizi izlerken, Türkiye ile Meksika arasında yaptığınız kıyasa fazlasıyla dikkat ettim. Diyorsunuz ki ‘Türkiye’de gazeteciler en azından tutuklanıyor, ama Meksika’da öldürülüyor.’ Bu gazetecilik mesleğine bulaşan diyeceğim, herkes için çok üzücü bir gerçeklik.
Gazeteciler Türkiye’de de öldürüldü elbette, onları saygıyla anıyoruz. Meksika’daki durum ise gerçekten çok büyük rakamlar ve bu ülke hakikaten çok tehlikeli bir ülke. Hapiste gazeteci görmüyorsunuz, ama mezardaki gazetecileri görüyorsunuz. Bu son derece trajik ve kalanlar da her dakika öldürülme korkusuyla yaşıyorlar. Bazıları ülkelerinin dışında yaşıyor ve araştırmalarını yapıyor. Bu meslektaşlarımızın da inanılmaz bir seyirci kitlesi var.
O açıdan bana son derece ibretlik geldi ve bir yerde çok umutsuz oluyoruz ya bazen ülkemizin durumu ve geleceği açısından; Meksika’yı görünce ben Türkiye için umutlandım. En azından birçok insan gelecek sene seçimlerde bir şekilde işin değişeceğini düşünüyor, inanıyor. Meksika’da hiç böyle bir umut yok. Çok uzun vadede bile öyle bir değişimin umudu yok. O yüzden bazen beterin beterini görmek, kendi durumumdan hiç olmazsa daha az şikâyet etmeyi getiriyor.
O zaman son sorum da ‘İlk bölümde sizi en çok etkileyen an neydi’ olsun.
Bir sahneden bahsetmek isterim. Bu sahne beni gerçekten çok vurdu ve seyirciyi de çok etkiledi zannediyorum. Cumartesi Anneleri’nden kayıpların hikayesini bizler biliyoruz, ama orada da bir kayıp hikayesi izledim. Uyuşturucu kartelleri insanları kaçırıp kaybediyor. Çok yaygın bir uygulama bu. Meksika’da da mafya tarafından kaçırılan abisini arayan bir gençle birlikte işte onu aradığı dağlara çıktık. Resmen nerede gömülmüş olabilir diye çevre tepelerde toprak altında abisini arayan bir gencin hikayesi bu.

Elinde uzun bir demir çubuk var. Bir de çekiç var ve o çekiçle toprağa o demir çubuğu saplıyor. Sonra topraktan çıkarıp kokluyor ve insan kokusunu, ceset kokusunu alabiliyor. Artık o kadar uzmanlaşmış ki hayvan cesetleriyle insan cesetleri arasındaki koku farkını anlayabiliyor. İnsan cesedinin daha kötü koktuğunu söylüyor ve o kötü kokuyu aldığı zaman seviniyor. Çünkü belki de “Abimin cesedine kavuşacağım” diye umutlanıyor. Bu arayış sırasında birçok insan cesedi bulmuş, kayıpları bulmuş ama kendi abisini hala bulamamış. Bu bana müthiş etkileyici ve trajik geldi. Belgeseli izleyen insanlar da görecekler o bölümü. Ölümü koklar hale gelmek, o kokuyu bulduğu zaman sevinir hale gelmek insanlığın ve belki de yüzyılımızın en trajik sahnelerinden biriydi benim için.