NURAY MERT
Açık konuşmak, önden söylemek taraftarıyım; bügüne kadar hep böyle yaptım, koşullar ne olursa olsun aynı şeyi yapmaya devam edeceğim.
Türkiye’de demokratik bir rejim varmış gibi davranamayacağımızı, artık yeni bir safhaya geçtiğimizi daha önce yazmıştım. Nitekim, başta liderleri ve yeni cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan olmak üzere iktidar partisi mensupları ve iktidar partisini destekleyen kalemler bu gerçeği sürekli ifade ediyor.
‘Dava’, ‘100 yıllık parantez’, ‘yeni Türkiye’ vs.
Tabii ki ‘Artık demokratik sistem’ yok demiyorlar. Ama, ‘Yeni Türkiye’nin temel dayanak noktasının ‘dava’ olduğunu, bu davanın tarihsel bir dönemece işaret ettiğini, 100 yıllık bir parantezin kapandığını, artık hiçbir şeyin eskisi gibi olmayacağını, cumhurbaşkanının ‘Yeni Türkiye’nin ilk başkanı, başbakanının da ilk başbakanı olacağını, hatta yaşananın bir ‘devrim’, ‘Türkiye devrimi’ olduğunu ilan ediyorlar.
Hal böyleyken, bu gerçeği görmeden yorum, analiz yapmanın fikir yürütmenin hiçbir karşılığı yok. Yorum yapacaksak, tutum belirleyeceksek bu yeni gerçeği dikkate alarak işe başlamamız gerekiyor.
Doğrusu, ortada gerçekten de, bir dava, bir radikal kopuş fikri, bir tarihsel parantez kapatıp, yeni bir devir ve ‘medeniyet inşası’ meselesi var. Bu son derece ciddi bir iş. Ama hemen söyleyeyim, ‘bu benim davam değil’. Artık ‘vatan haini’ mi ilan edilirim, başka bir şey mi bilemem, ama katiyyen ne yalan söyleyebilirim, ne sessiz kalabilirim.
Benim davam başka
Hayatı kendi etrafında kurgulamayan, insanlığa ilişkin kaygı ve hayalleri olan, belli değerlere inanan herkesin bir davası var demektir. Bu manada elbette benim de davam var…
Öncelikle her türden eşitsizliğe ve adaletsizliğe karşı durmak gerektiğine inanıyorum. Siyasal gelişmelere bu açıdan bakmaya, tutum takınmaya çalışıyorum.
Dünyanın bir gül bahçesi olmadığını bilmek, dikkate almak gerektiğini düşünüyorum. Ama nihayetinde gerçekçilik adına değer verdiğimiz ilkelere, ölçülere göre taraf olmamız gerektiğini inanıyorum..
Ne kadar evrensel değerlere inanırsak inanalım, içine doğduğumuz coğrafyanın, kültürün, dilin bizde fazladan bir bağlılık hissine karşılık geldiğini düşünüyorum.
Varoluşsal anlamda ise eşyaya bakışımı belirleyen bir dini inanç sahibiyim.
Tüm bunlar, benim siyasal, etik, insani koordinatlarımı tanımlıyor. Yaşadıklarım ve tanık olduklarım, beni bu koordinatları sürekli gözden geçirmeye zorluyor. Bu sorgulamaların değerler dünyamı zenginleştirecek şekilde sonlanmasına çalışıyorum. Hepsi bu!
‘Maslahat’ mübah değildir
‘Tarihsel misyon’lara, hele bir ‘milletin tarihsel misyonu’na inanmıyorum. Bir büyük dava uğruna, ilkesel tavizler vermenin, yani ‘maslahat’ın mübah olduğunu düşünmüyorum.
‘Medeniyet kuran bir milletin mensubu’ olmayı, ayrıcalık veya sorumluluk olarak görmüyorum. Daha doğrusu ‘medeniyet kuran millet’ diye bir şeye inanmıyorum.
Bir dinin mensubu olmanın kimseye, onu dayatma hakkını verdiğini düşünmüyorum. Diğer taraftan birilerinin dini kavrayışının değil mutlak doğru diye sayılması, sadece kendini ilgilendiren bir şey olması gerektiğini düşünüyorum.
Dahası, tarihin, ‘Emr’i bil maruf’ (iyiliği emretme, iyiliğe yöneltme) gayretinin zorbalığa dönüşmesinin örnekleriyle dolu olduğunu biliyorum.
‘Yeni Türkiye’ siyasi baskıyla dayatılacak
Türkiye’nin mevcut haliyle devam ederek daha da güçlü olacağına inanmamak bir yana, velev ki öyle olsun, bu uğurda kendi doğru bildiklerimden vazgeçmeyi, bunları rafa kaldırmayı asla kabul edemiyorum. Zaten siyasete ‘güç’ perpektifinden bakmıyorum.
Kısacası, ‘Yeni Türkiye’ davası benim davam değil; bana ve benim gibilere dayatılması da sadece ve sadece siyasi baskı yoluyla olacak.
Korkunun ecele faydası yok
Mevcut koşullarda, eli kalem tutan, kamu önüne çıkıp fikir yürüten herkes, öncelikle bu konudaki tutumuna açıklık getirmeli. Zira, devrim veya ‘devrimimsi’ süreçler, sıradan siyasal kavramlar ve tartışmalarla değerlendirilemez. Birileri, ‘büyük ve kutlu bir dava’ diye yola çıkıyorsa, öncelikle yapmanız gereken bu ‘dava’ya karşı tutumunuzu ortaya koymaktır.
Korkunun ecele faydası yok: Bu yüzleşmeden istediğiniz kadar kaçmaya çalışın, ‘karşı devrimcilik’le itham edileceksiniz. Dış politikayı tartışmaya kalksanız, ‘Yeni Türkiye’nin yükselişine karşı olmakla, onun düşmanlarıyla işbirliği yapmakla suçlanacaksınız. Çünkü mantık bu.
İç politikayı tartışsanız, yine aynı şey; ‘Yeni Türkiye’nin ayağını kaydırmak, ‘büyük dava’yı tökezletmek, fitne ve fesada alet olmak durumunda kalacaksınız.
Kürt meselesini tartışsanız çözüm karşıtı, tartışmasanız yine çözüm karşıtı olacaksınız.
Kaçış yok! Dahası bügün geldiğimiz noktaya zaten korkakların kaçarken açtıkları yoldan geldik.
‘Yeni Türkiye’ projesine toptan karşıyım
Açıkça söylüyorum; ben ‘Yeni Türkiye’ projesine toptan karşıyım. Ve bunun bu ülkeye ihanet etmekle, bu ülkenin zor duruma düşmesini arzu etmekle, mevcut iktidarın altının oyulmasını temenni etmekle hiçbir alakası yok.
Ben bu siyasi projeye karşıyım; bu dava mensupları gibi, Türkiye güçlenecek diye hak ve özgürlüklerin kısıtlanmasını meşru göremem. Birilerinin ümmet kurtarıcılığına soyunması, beni ne Müslüman ne de diğer halklar adına ikna ediyor.
Birilerinin toplumları bir büyük aklın, iddianın, davanın adına yönetmeye kalkması, hep daha çok baskı, hep daha az hak ve hürriyet demektir. Tarih bu sıradan gerçeğin acı örnekleriyle dolu.
Türkiye güçlenmiyor, darboğaza giriyor
Diğer taraftan, Türkiye gittikçe güçlenmiyor, tam tersine hem içte hem dışta darboğaza giriyor. Bunun sorumlusu da, küresel güçler, Siyonist lobiler, ‘Türkiye’nin güçlenmesinden kaygı duyanlar’ ve onların ülke içindeki işbilirlikçileri değil, yönetme zaafı içine düşen iktidar partisi.
Otoriter rejimler, otoriter zihniyetlerin ürünü olmanın ötesinde, güç ve yönetme kabiliyeti arasında oransızlıkla ortaya çıkar. Türkiye’de olan budur. Yönetme kabiliyetini zaafa uğratan da CNN muhabirleri falan değil.
Tek ve temel neden, hatta ve hatta yöneten iktidarın demokratik anlayış eksikliği bile değil; daha önemlisi: Toplum ve siyaset kavrayışının sığ ve kaba olması.
Bu ülkenin birikimi bu kadarına yetiyor
Soğuk Savaş dönemi sağcılığının meşum izleri, sığ bir İslamcılık misyonu, yarım yamalak Osmanlı bilgisi üzerine inşa edilen derme çatma gelecek tasavvurları, kaba ilahiyatçılık, açgözlü piyasacılığın sonu Türkiye’yi yönetememek oldu.
Tıpkı eskiler gibi… O zamanlar da sığ bir Batıcılık, laiklik adına zorbalık, geniş toplumsal kesimleri, onların dünyasını görmezden gelme, (özendikleri Batı’ya izafeten) kenar mahalle snobizmi ister istemez otoriter siyasetlere savruluyordu.
Darılmak yok, belli ki bu ülkenin birikimi bu kadarına yetiyor. Ne kadar yazık!