
BAHADIR KAYNAK
bahadir.kaynak@altinbas.edu.tr
Birinci ayını tamamlayan Rusya-Ukrayna savaşının yirmi birinci yüzyılın dönüm noktalarından olacağını şimdiden söyleyebiliriz. Geçen hafta çatışmanın doğrudan tarafı olmayan birçok aktörü bir araya getiren olay Putin’in marifetiyle kırılan jeopolitik fay hattı oldu. Neticede olayları başlatanların pek de hesaba katmamış olabilecekleri bir dizi zincirleme hadiseyi yaşıyoruz.
Geçtiğimiz hafta Brüksel’de NATO olağanüstü liderler zirvesine ek olarak, G-7 ve AB liderler zirvesi de gerçekleştirildi. Uzun süredir Batılı müttefiklerine dert anlatmakta zorlanan Ankara da bu fırsattan istifade tekrar kendini gösterme fırsatı buldu. Erdoğan Biden’la henüz görüşemedi ancak Macron’la NATO zirvesi öncesi yapılan toplantı bazı kapıların açılmakta olduğuna işaret ediyor.
Rusya’nın son hamlesiyle kendisini Batı’dan izole etmesi, Türkiye’nin konumunu da bir hayli etkiliyor. İki hafta önceki yazımda İsrail Devlet Başkanı Herzog’un ziyaretinin bizim hem nihai bir tüketici olarak hem de Avrupa’ya transit bir koridor olarak rolümüzün tekrar ele alındığı anlamına geldiğini söylemiştim. Doğu Akdeniz’deki siyasi gerginlikler sebebiyle askıya alınan, ertelenen projelerin raflardan inmekte olduğu anlaşılıyor. Aralarında Türkiye’nin de olduğu Avrupalı ülkeler, Rus gazının pazar payını küçültmeyi kafalarına koydularsa üzümün sapı, armudun çöpü demeden mevcut bütün enerji potansiyelinin kullanılması gerekecek. Doğu Akdeniz gazı Türkiye üzerinden Avrupa kıtasına gidecekse pekâlâ Azerbaycan’dan gelen miktarın artırılması, İran, Irak ve hatta uzun vadede Türkmenistan gibi ülkelerin de alternatif rotanın tedarikçileri olması ihtimali beliriyor.
Bu durumda Avrupa Birliği’nin mülteci meselesi, Gümrük Birliği’nin yenilenmesi, vize serbestisi gibi birkaç alt başlıkta ‘pozitif gündem‘ şiarıyla sınırlamak istediği Türkiye’yle ilişkiler daha kapsamlı bir hale geliveriyor. Ukrayna’ya Rus saldırısıyla yeni bir boyuta geçen Kafkaslar’dan Karadeniz’e ve oradan Balkanlar’a uzanan güvenlik sorunları da ortak çalışma için gündeme gelen diğer konular oluyor. AB’nin Türkiye’yle ele almak istediği gündem maddelerinin çeşitlenmesi ve karmaşıklaşması Ankara’nın da diğer yönden müttefikleriyle ilişkilerini tazeleme çabasıyla örtüşüyor. Son yıllarda dış politikaya damgasını vuran zoraki Avrasyacılığın Türk tipi ekonomi modeli kadar bile başarı kazanamamasıyla tekrar AB rotasına dümen kırılıyor. Birbirlerinden pek hazzetmediğini düşündüğümüz Erdoğan ve Macron’un zirve öncesi görüşmesi bu ihtiyaca cevaben gündeme gelmiş olmalı.
Libya’da neredeyse vekaleten savaşa girişen, Doğu Akdeniz’de birbirine taban tabana zıt pozisyonlar alan Fransa ve Türkiye arasındaki ilişkilerin soğukluğu iki liderin kamuoyu önünde atışmasına kadar varmıştı. Şimdi anlaşmazlık konuları ortadan kalkmadığı halde işleri rayına sokmak için bir çaba görülüyor. Gündemdeki en ilginç konulardan birisi ise Türkiye’nin ihtiyaç duyduğu hava savunma sistemi.
Ankara’nın bu ihtiyaç için zamanında Rus S-400lerini tercih etmesi, ABD ile arasındaki en büyük sorun başlıklarından birisi olmayı sürdürüyor. Türk tarafının pozisyonuna göre Amerika’nın Patriot’ları vermeye yanaşmaması üzerine S-400 gibi yüksek performanslı ve nispeten düşük maliyetli bir sistem tercih edilmişti. Türkiye egemen bir devlet olarak ihtiyacı olan bir silah sistemini satın alma hakkı olduğunu iddia etmekteydi. ABD’nin başı çektiği NATO üyelerine göreyse bu hassas silah tercihinin rakip bir ülkeden yapılması, ittifakın güvenliği açısından sorun yaratıyordu ve vazgeçilmeliydi. Müttefikleriyle arasındaki uyumsuzluğun had safhada olduğu bir dönemde Türkiye nihayet S-400’lerin satın alınması kararını verdi ve sistem ülkeye getirildi. Ancak istendiği anda aktive edilebilir dense de bu kadar pahalı bir silahın tam olarak kullanılabildiği, Türkiye’nin askeri ihtiyaçlarının giderildiği söylenemez. Yakın zamana kadar ikinci bataryanın sipariş edileceğine dair ifadeler de duyulmuştu fakat herhalde şu son krizden sonra bunun gerçekleşeceğini beklemek mümkün değil. Sonuç olarak askeri bir tercih kadar siyasi bir yönelim de ifade eden bu stratejik silah tedarikinde diğer alternatife gelmiş bulunuyoruz. Fransa-İtalya yapımı SAMP/T daha önceki tartışmalarda bazı uzmanlar tarafından dile getirildiyse de Patriot ve S-400 tercihlerinin gölgesinde kalmıştı. Teknik yetersizliğinden ziyade AB ile soğuyan ilişkilerin ve Ankara’nın böylesine büyük meblağlı bir satın alma ile stratejik bir etki yaratma isteğinin kurbanı olan SAMP/T şu aşamada oldukça şanslı bir konuma gelmiş gibi duruyor.
Rusya’nın kendini oyun dışına atması, Ankara’nın silah tedarikinde ABD’ye olan güvensizliğin devam etmesi rotanın kıta Avrupası’na kırılmasındaki etkenlerden bazıları. Yirmi yıldır parçası olduğu F-35 programından çıkarılan, F-16ların modernizasyonunda bile istediği yanıtı alamayan Türkiye’nin, Amerikan silahlarından soğuması anlaşılabilir. SAMP/T için Türkiye’nin ısrarla talep ettiği teknoloji transferinin kısmen sağlanabileceği duyumları ve fiyat avantajları da işin cabası. Böylelikle uzunca bir süredir aramızın limoni olduğu Fransa ile yeniden stratejik bir bağ kurulabilir.
Ama bundan da önce sembolik bir adımla iki ülke arasında hatta Doğu Akdeniz’de Paris’in desteğiyle karşımıza dikilen Yunanistan’la yakınlaşma sağlanacak gibi duruyor. Ukrayna’nın Karadeniz kenti Mariopol’deki sivillerin tahliyesi için üç ülke birlikte hareket edebilecek. Anlaşmazlık konusu temel meselelere dokunmasa bile böyle bir adım ileriye dönük bir niyet ifadesi olarak okunabilir.
Gelelim hepsinden de önemli meselemiz olan Türkiye’nin AB ile ilişkileri hangi zeminde yürüteceği hususuna. Türkiye’ye AB aday statüsü verilirken de üyelik müzakereleri açılırken de Fransa’nın süreçteki kilit rolünü zaten gözlemleyebilmiştik. Zamanın Fransa Cumhurbaşkanı Chirac’ın olumlu yaklaşımı AB sürecinin hızlanmasında belirleyici olmuştu. Ancak aynı şekilde Sarkozy yönetimindeki Fransa’nın müzakereleri baltalamasıyla da Türkiye’yle Birlik arasında soğukluk başlamıştı. Kıbrıs’taki anlaşmazlık gibi kritik bir mesele ve ardından Türkiye tarafında reformların aksaması, demokrasinin derin dondurucuya kaldırılması gibi gelişmeler de işin tuzu biberi oldu ama kabul etmek gerekir ki Paris’i ve Berlin’i ikna edemeden bu meselede yol alınamazdı. Fransa ve Türkiye arasındaki olumsuz atmosferin en belirgin gerekçelerinden birisi AB yolunda önümüze konan taşlar ise mesafe alınmaya da oradan başlamak doğru olacak.
Mesele şu ki AB artık genişlemesini tamamlamış görünüyor ve eski Doğu Bloku ülkelerini de bünyesine kattıktan sonra aralarında Türkiye’nin de bulunduğu büyük lokmaları hazmetmeye hiç niyetli değil. İngiltere’nin Birlik dışına çıkmasıyla da üyelik sürecindeki en büyük destekçimizden de olmuş bulunuyoruz. Öte yanda Brexit, AB’nin bünyesi dışındaki yakın çevresi ile nasıl bir ilişki geliştireceği konusunda bir model teşkil edecek gibi görünüyor. Zaman zaman ‘çok katmanlı‘, ‘çok vitesli‘ gibi hiçbir zaman içi doldurulamamış iş birliği çerçevelerinin daha fazla ete kemiğe büründüğünü göreceğiz.
Üstelik Ukrayna savaşı da bu alanda Avrupa’nın elini çabuk tutmasını gerektiriyor. Rusya’nın saldırısı durdurulup bir ateşkes sağlanabilirse, AB’nin Kiev’i çıpalamak için hatırı sayılır bir mali yardım paketinin yanı sıra, çok boyutlu bir ilişki çerçevesi önereceğini bekleyebiliriz. Biraz önce belirttiğim gibi tam üyelik olmayacak ama bir biçimde çevre ülkeleri Avrupa’yla beraber hareket etmeye ikna edecek bir formül bulunması elzem görünüyor.
AB’nin kendi üyeleri için bile demokrasi, özgürlükler gibi temel meselelerde epeyce esneklik kazanması Ankara’nın içini rahatlatıyor olmalı. Avrupa başkentlerinin Türk tipi düşük yoğunluklu demokrasiyi sindirmesiyle birlikte enerjiden silah tedarikine, mülteci meselesinden yenilenecek Gümrük Birliğine birçok meselede mesafe kat etmek için uygun bir konjonktüre giriyoruz. Bon pour l’orient şerhiyle yeni entegrasyon modelimiz şimdiden hayırlı olsun.