MURAT SEVİNÇ
Cumhurbaşkanı seçiminin, Türkiye’de ilk kez deneyimlenen ‘ikinci turunda’ iki aday yarışacak. İlk turdaki diğer iki adaydan biri ‘eleman’, diğeri ‘küskün’ konumunda. Şu anda durum 0-0. Biri diğerinden bir oy fazla aldığında seçimi kazanmış olacak. Artık Türkiye’de siyaset, seçim ve hâlihazırdaki seçim koşulları üzerine bir şey söylemek anlamlı değil. Görmeyen, anlamayan olduğunu zannetmiyorum. Dün, bakanlık koltuğunda oturmayı sürdüren bir ‘eski’ bakan, protestocu yurttaşlar gözaltına alınırken, otobüsten ‘Oh oh’ diye bağırıyordu; Türkiye tarihi için dahi fazlasıyla özgün kişi ve manzaralar.
Adaylardan biri, Kılıçdaroğlu, yalnızca diğer adaya değil parti-devlete karşı mücadele ediyor. Eğer kaybederse bu bir mazeret olmayacak kuşkusuz, ancak bir olgunun tek başına mazeret olmaması, ‘o olgunun’ her durumda ‘o olgu’ olduğu gerçeğini değiştirmiyor. Kılıçdaroğlu yerine bir başka isim olsaydı da aynı ‘olguyla’ karşılaşacaktı. Zaten seçim işlerinin ülke ve siyaset bakımından vahim yanı, bir isim yüzde 51 alsa görmezden gelinecek pek çok sonunun, yüzde 49 aldığında gündem oluşu. Her neyse, bunlar benim için bugünün konusu değil.
İkinci tur için en önemlisi, katılımın düşmemesi. Bir kez daha: Katılımın düşmemesi. Kimin, ‘hangi oranla’ kazanacağı (ve kaybedeceği) büyük ölçüde katılıma bağlı. Muhalif seçmen sandıktan vazgeçerse, sonuç hiç kuşkusuz ağır olur. Bu yüzden, herkesin çevresindeki küskünleri sakince ikna etmeye çalışması hayati. Ben ve ailem bu görevi yerine getirmek, onları ikna etmek için elimizden geleni yaptık ve son iki günde de yapacağız, size de öneririm. Yeri gelmişken, depremde dünyası başına yıkılmış, yakınlarını kaybetmiş, uzvunu kaybetmiş pek çok yurttaşın ne yapıp edip oy vermek için memleketlerine gitmeye çalıştıklarını hatırda tutmak, iyi olur.
Muhterem okur, günümüzde seçim ilkeleri olarak adlandırılan ilkeler bir sınıfın, burjuvazinin icadı. Bir tarihten sonra işçi sınıfının büyük katkısı var. Demem o ki, her şey gibi, seçim dediğimizin de sınıfsal kökeni-gerekçesi var. Örneğin herkesin (erkeklerin) oy hakkına sahip olması, yani ‘genel oy’, Napoleon’un yeğeninin (Louis) 19. yüzyıl ortasındaki marifeti. Çünkü o tarihlerde ‘Kıta’nın üzerinde dolaşan heyula’ya, bir başka deyişle şehirlerde canlanan işçi sınıfına karşı tutucu ‘köylünün’ desteği gerekiyordu ve bu nedenle tanındı ‘genel oy’ hakkı. O gün bugündür burjuvazinin çıkarına hizmet etmiş, anlayacağınız, hep ‘kasa’ kazanmıştır. İstisnalar oldu kuşkusuz, örneğin Şili’de Salvador Allende seçildi, hemen bir darbeyle alaşağı edip öldürdüler!
Fakat günümüz klasik liberal demokrasiler için oy vermek hâlâ önemli. Diğer katılım biçimleri ise giderek çoğalıyor, çeşitleniyor. Konuyla uğraşan epeyce ‘entel-dantel’ var yeryüzünde. Buna mukabil oy kullanmak, evet, henüz önemini yitirmedi. Batı demokrasileri için de, Türkiye için de. Tercih genellikle, vahim, daha vahim, en vahim arasında yapılıyor. Söz konusu vahametin nedeni ise yalnızca partiler, mevzuat ya da adaylar değil. Bunlar devasa bir sorunun-değişimin sonuçları.
Seçim ve oy verme konulu çok sayıda yazı kaleme aldım bugüne dek. Benim için oy vermek, yalnızca oy vermek anlamına geliyor. O oy, nihai olarak istediğim yaşam ve topluma, eşitlikçi bir dünyaya varmak için sayısız araçtan biri, başkaca önemi yok. Bir yerel seçimde İmamoğu ile Yıldırım ise önüme konulan isimler, İmamoğlu’na oy vermek. Gökçek ve Yavaş ise, Yavaş’a oy vermek. Bu yüzden muhtelif yazılarda ‘sürahi’ metaforunu kullandım. Herhangi bir insanı küçümsemek için değil, verdiğim oyun değer ve işlevini anlatmak için. Ve tabii ‘oy’un değerini küçümsemek değil, yine, değer ve işlevini anlatabilmek için. Gerisi tarihe, mücadeleye, direnç ve cümlemizin niyetine kalmış.
‘Boykot’ seçeneği ise eğer koşullar gerektiriyorsa, gelinen aşamada bir işlevi olacaksa ve hepsinden önemlisi ‘örgütlenebilmişse’ değerlidir. Boykot, bir ‘an’ değil ‘süreçtir’ ve epey emek harcanması gereken bir süreç. Hal böyleyken, boş vermişlik, bezginlik ya da umursamazlık ile boykotu birbirine karıştırmamak gerekir. Biri, çok politik bir tutum geliştirdiğini düşünürken aslında apolitik bir yere savrulabilir.
Önümüzdeki iki günde, küskün birileri çıkarsa karşıma onları da sandık için ikna etmeye çalışacağım. Pazar günü gidip oyumu kullanacağım. Pazartesi günü uyandığımda hangi ismi cumhurbaşkanı görmek istiyorsam ona o vereceğim. Oy verdiğim isim kazanırsa mutlu olacağım. Eğer kaybederse mutsuz olacağım. Ardından, masanın başına oturup cezaevindeki arkadaşlarıma mektup yazacağım ve onlar için, kendim için, sevdiklerim için, ülkem için, insan gibi yaşamak için elimden ne geliyorsa onu yapmaya devam edeceğim. Bu ülkede ve dünyadaki sayısız insan gibi. Bugünden daha serbest koşullarda ya da daha zorlu koşullarda, eşitçe yaşam mücadelesinin bir haysiyet meselesi olduğunu unutmadan ve sonunda bir başarı beklemeden. Küçük ve anlamlı ihtimaller için, bugüne dek olduğu gibi. Evet, bu bir haysiyet mücadelesi ve ‘kendi adıma’, oy vermek onun yalnızca bir ânı. Hepsi bu.
İyi bir seçim ve Kemal Kılıçdaroğlu’na başarılar dilerim.