ESRA ARSAN* / HASAN CÖMERT**
Kısa bir süre önce AKP iktidarı döneminde medyaya uygulanan baskı ve sansürü anlatan iki önemli kitap yayınlandı. Mustafa Hoş’un ‘Abluka’sı ve Mustafa Alp Dağıstanlı’nın ‘5Ne 1Kim’i. Her iki kitap da birinci el tanıklıklarla 2002 sonrası basın sektörünün acıklı durumunu anlatıyor ve hükümetlerle patronların haber içeriklerine baskısını açıkça gözler önüne seriyor.
Biz de bu iki gazetecinin kitaplarına eleştirel gözle baktık.
Gazeteciler iktidara biati itiraf ediyor. Peki ama, Türkiye medyasında bu biat kültürü nasıl oluştu? Gazeteciler iktidara biat etmeselerdi ne yapabilirlerdi? Örgütlenmek mi? Sendikal mücadele mi? Etik ilkeleri uygulanır hale getirmek mi? Toplu iş bırakma eylemleri mi? Pes etmeden evvel hangi yolları denediler? Gazeteciler kendi mesleklerine ne kadar sahip çıkıyor? Kendi üretim biçimlerine ne derece eleştirel yaklaşıyorlar? Patronların ve siyasal iktidarın yanlış işlerine topluca “dur” diyecek güçleri var mı? Yoksa itirazları sadece bireysel manifestolardan ve şapkalarını alıp çıkmaktan mı ibaret?
Hepsinden önemlisi, acaba bu gazetecilik kitapları soruna bir çare öneriyor mu? Gazetecilikte dibe vuruştan yukarı çıkmak mümkün mü?
Haber medyasında dibe vuruşun profesyonel gazeteciler tarafından itiraf edilmesi iyi bir başlangıçtır kuşkusuz. Mustafa Hoş ve Mustafa Alp Dağıstanlı’ya Türkiye gazetecilik alanına yakından bakmamızı sağlayan bu eleştirel okumaya fırsat tanıdıkları için teşekkür ederiz.
İki kitap bir gazetecilik: ‘Abluka’ ve ‘5Ne 1Kim’ başlıklı yazı dizimizin bu ilk bölümünde Mustafa Hoş’un ‘Abluka’ adlı kitabını inceleyeceğiz.
Gazetecilik alanı
Pierre Bourdieu ‘gazetecilik alanı’ kavramını ortaya attığında haber medyasının üretim ilişkilerine dahil olan süreçleri ve kısıtlamaları anlamak için yeni bir yol önermişti.
Bu öneri, aynı Habermas’ın ‘kamusal alan’ı veya Castells’in ‘medya alanı’ kavramlarında olduğu gibi yeni bir entelektüel araştırma zeminine yönelmemizi sağladı. Durkheim’ın moderniteyi bir farklılaşmalar süreci (toplumsal işbölümü) olarak tanımlaması bağlamında, Bourdieu’nün alan teorisi de uzmanlaşılmış aksiyon alanlarını ve burada ortaya çıkan güç ilişkilerini incelemekteydi. Başka bir deyişle, alan teorisi bağlamında düşünmek, ‘ilişkileri düşünmek’ti.
Kültürel bir üretim alanı olarak haber kurumları kendine özgü yapısal, kurumsal, profesyonel, artistik, felsefi ve etik değerler barındırır. Burada çalışanların grupsal ve bireysel aksiyon alanları, içinde bulundukları habitusun (buna bu makalede haber merkezi denilecektir) sınırlılıkları içinde düşünülmeli.
Kuşkusuz bu habitus da yapılandırılmış bir yapı ve üretim süreçlerinde yer alanların hem pratiğini hem de pratik algısını organize etmekte. Bu habitusun sermaye mantığı, güç ilişkileri, üretim ilişkisinde rol alanların ortak değerleri, meslek kodları, bireylerin yaptıkları işe karşı duygusal, bilişsel adanmışlıkları ve tatminleri gibi faktörler üretimin kalitesini doğrudan etkiler. Belli bir zaman diliminde, ortak bir habitusta, belli bir üretim ilişkisinde yer alan bireylerin çalıştıkları kurumun diğer üyeleriyle ortak değerleri paylaşıyor olması ve herhangi bir sebeple oynadıkları o oyunun oynanmaya değer olduğunu düşünmeleri, aralarındaki organik dayanışmanın varlığına delalettir. Lakin bu ortak noktalar ve ortak değerler o habitusta yapılan üretimin kalitesinin göstergesi değildir.
Ya içindesin ya dışında
Sosyal olarak organize olmuş bir yapı olarak haber merkezleri de bir kültürel üretim alanıdır demiştik. Bu yapının iç işleyişi, karakterleri, kurum özellikleri, iç ve dış baskılara boyun eğme (ya da başkaldırı) biçimleri o habitusun üyelerinin rol algılarını doğrudan etkiler. Haber merkezlerini kendine özgü birer network veya mikro kozmos olarak tanımlarsak, bu ağın içine dahil olmak için önceden kurgulanmış bir dizi kural ve teamülü peşinen kabul etmek gerektiğini söyleyebiliriz. Gazetecilikte mesleki, etik, teknik ilkelerin varlığı/yokluğu ve ideolojik yanlılık biçimleri üretim çıktısının kalitesini belirlediği gibi, aynı zamanda profesyonellikle amatörlüğün sınırını da çizer.
Buradan hareketle, Türkiyeli gazetecilerin kamusal alanda kendilerine biçtikleri rolün ülkedeki basın özgürlüğü ve mesleki profesyonelleşme biçimiyle çok yakından alakalı olduğunu söylemek gerekir.
20. yüzyıl bir profesyonelleşme çağıydı. Eğitimden bilime, tıptan bankacılığa, ticaretten spor alanına kadar tüm aktiviteler organize oldu, bilgi ve prosedürler kodlandı, regüle edildi. Türkiye’de ise tıp ve hukuk gibi meslekler profesyonelleşme ve mesleki ilkeleri geliştirme alanında büyük yol kat ederken, basın sektöründe profesyonelleşme sağlanamadı.
Gerçi, çağdaş iletişim akademisyenleri arasında gazeteciliğin bir meslek olup olmadığı konusunda da farklı görüşler var. Ancak, son 25 yıl içinde ABD’de ve Avrupa’da gazetecilik mesleğine ilişkin profesyonel değerlerin oluştuğuna, toplumdaki işbölümü esasına uygun olarak gazeteciliğe ilişkin sofistike bir anlayışın ve sorumluluk bilincinin geliştiğine tanıklık edilmekte.
Mesleki profesyonelleşme eksikliği
Kuşkusuz, gazeteciliğin bir meslek dalı olarak kabul edilmesi için, o dala uygun özel bir bilginin, o dalın uzmanları tarafından eğitim ve pratik esasıyla verilmiş olması gerekir.
Ayrıca, bu alanın dış etmenlerden bağımsız, profesyonel örgütlerce düzenlenmiş meslek ilkelerinin olması gerekir.
Ahlaki düzeyde bir meslek, toplumda başkalarının yapamayacağı bir iş ve servisin verilmesi anlamına gelir: mesela mühendisler, mesela mimarlar gibi. Peki, Türkiye’de gazeteciler kendilerini bir meslek grubu olarak görüyorlar mı? Örgütleniyorlar mı? Kendilerini eğitiyorlar mı? Mesleğe giriş konusunda belli kıstaslar var mı? Daha kaliteli üretim yapmak için meslek standartlarına ne kadar önem veriyorlar?
Bu soruların yanıtları gerçekten çok umut kırıcı.
Mesleki profesyonelleşmenin geri kaldığı Türkiye medyasının denetimi de maalesef vahşi yasal düzenlemelerle sağlanmakta.
Basın özgürlüğünün temeli, denetlemenin meslek kuruluşları aracılığıyla, devlet ve hükümetlerden bağımsız olarak yapılmasıdır. Oysa Türkiye’de gazetecilik alanını düzenleyen yasalar, değil basın özgürlüğünü korumak, tam tersine gazetecilerin gazetecilik yapmasını engeller vaziyette.
‘Bizden olanı övmek’ ve ‘ötekine vurmak
Basın ve ifade özgürlüğünü cendereye alan bu yasalar nedeniyle, mesela Türkiye’de siyasal/ekonomik/kültürel hegemonyanın kirli sırlarının ortaya çıkarılmasında veya siyasal sistemin eleştirisinde gazetecinin kamusal görevi engellenmekte. Ülkemizdeki irrasyonel hukuk sistemiyle basın ve ifade özgürlüğü arasındaki olumsuz ilişki, devletin gazetecilere biçtiği rolle harmanlandığında, gazetecilerin kendilerini hegemonya mücadelesinde siyasal bir aktör olarak konumlandırmalarına yol açmakta.
Partizanlık ve politik paralellikten mustarip Türkiye gazeteciliğinde, kamu yararından çok ‘bizden olanı övmek’ ve ‘ötekine vurmak’ şeklinde tarif edebileceğimiz kutuplaşmış bir medya atmosferi gözlenmekte.
Bu kutuplaşmış gazetecilik alanında basın ve ifade özgürlüğü de sadece ‘bizden’ olan için savunulur. Örneğin ülkenin en büyük medya gruplarından birine verilen büyük ve haksız vergi cezası karşısında, kimi gazetecilerin ne denli sevindiklerini belirten yazılar yazmış olabilmeleri, basın özgürlüğü ve devlet müdahalesi konularında henüz ne kadar bilinçsiz olduklarının bir göstergesidir.
Gazetecilik etiği, mesleki sorumluluk bilinci ve özdenetimden söz etmişken, bir ülke gazeteciliğinin siyasal iktidarlar ve patronajdan ne kadar bağımsız olduğuna da bakmak gerekir.
Türkiye basını hiçbir zaman siyasal iktidarlardan tam bağımsız olmamıştır.
Siyasal paralelliğin ve iflah olmaz partizanlığın karşısında gazetecinin bağımsızlığının sağlanmasında en önemli kurumlardan birisi kuşkusuz basın sendikaları. Oysa Türkiye’de, 1980’lerden itibaren gazeteci sendikaları devlet ve medya patronları tarafından marjinalize edilmiş ve gazeteciler korkuyla, sindirilerek, işten atılmakla tehdit edilerek sendikadan ayrılmaya zorlanmışlardır. Bugün Türkiye’de sendikasız çalışan herhangi bir gazeteci kendisinden istenen bir haberin etik ilkelere uygun olmadığını düşünüyorsa ve o haberi yapmayı reddediyorsa, işini kaybedebilir.
Sendikaların rolü
Basın örgütlerinin güçsüzleştirildiği bugünkü ortamda, o gazetecinin özlük haklarını savunacak bir kurum da yok. IFJ (Uluslararası Gazetecilik Federasyonu) başkanlarından Christopher Warren 2006’da UNESCO için hazırladığı bir metinde bağımsız gazetecilik sendikalarının basın özgürlüğünde neden merkezi rol oynadığına ilişkin şunları söyler:
1- Gazetecilerin ortak sesi/oydaşma alanı olması
2- Profesyonelleşmeyi, güvenliği ve etik ilkeleri savunuyor olması.
3- Yolsuzlukla savaşabilmek için, insanca yaşanacak kadar bir ücret politikası peşinde koşması.
4- Gazetecileri (siyasi görüş ayırt etmeden) birleştiriyor olması.
5- İşçi haklarının savunulmasının bir basın özgürlüğü meselesi olduğunu göstermesi.
Türkiye’de medya son yıllarda ciddi bir değişim ve dönüşüm süreci yaşıyor. Bir yandan teknolojik olarak kendisini yeniler ve geliştirirken, diğer yandan da medya sahipliği alanında önemli yer değiştirmeler oluyor.
İki kutuplu medya
Basın, hükümet yanlısı ve hükümet karşıtı iki kutuplu bir yapıya bürünmüş durumda. Ekonomik, siyasal ve kültürel arka planı olan bu yeniden yapılanma süreci, belki de gazetecilerin en çok zarar gördüğü, işten atılmaların ve tasfiyelerin arttığı bir sürece tekabül ediyor. Yine bu dönemde, doğru, adil ve dengeli habercilik yapmak giderek zorlaşıyor.
İki kutbun çatışması arasında gazetecilik mesleği büyük yara alıyor. Pek çok iyi gazeteci meslekten ayrılıyor; yerine mesleki becerileri yetersiz ve etik ilkelere duyarsız kadrolar alınıyor.
Hükümetin haber içeriklerine doğrudan müdahale ettiği, sansürün ve oto-sansürün haber merkezlerinde gündelik hayatın bir parçası haline geldiği, neyin haber olup neyin olmadığına Ankara’dan atanmış hükümet komiserlerinin karar verdiği bir yapıdan söz ediyoruz. Gazetecilik alanında dibe vuruş o derece içler acısı hale gelmiş durumda ki, bizzat başbakanın haber içeriklerine direkt sansürünün ses kayıtlarını sosyal medyada dinler olduk.
İtirazlar yükselmeye başlıyor
Hal böyle iken, gazetecilik alanından artık bu gazetecilik oyununun oynanmaya değer olmadığına yönelik itirazlar yükselmeye başlıyor. AKP döneminde haber merkezlerinde yaşanan sansür, oto-sansür ve baskı rejimi artık içeriden, birinci el tanıklıklarla anlatılıyor.
Gezi Parkı eylemleri sırasında haber merkezlerinde sansür ve oto-sansüre dayanamayarak istifa eden haberci sayısının hiç de azımsanmayacak boyutta olduğunu biliyoruz. Haber içeriklerine uygulanan baskı ve sansür artık nihayet gazetecilik alanından gelen pratisyenler tarafından da itiraf ediliyor.
Nitekim bu yazının asıl meselesi de gazetecilik alanının öz-eleştirisi niteliğinde değerlendirebileceğimiz bu çalışmalardan ikisi üzerine odaklanmak: Mustafa Hoş’un ‘Abluka’sı ve Mustafa Alp Dağıstanlı’nın ‘5Ne 1Kim’ adlı kitabı.
2014’ün ilk aylarında yayımlanmış olan bu iki kitabı Türkiye gazetecilik alanının bir tür deşifresi gibi algılıyoruz ve bu alana ilişkin kodların, teamüllerin, etik değerlerin daha net anlaşılması açılarından her ikisini de çok değerli görüyoruz. Bu makalede Türkiye anaakım medyasının büyük kuruluşlarında, haber merkezi habitusu içinde bir şeyler yapıp etmiş olan bu iki gazetecinin tanıklıklarından yola çıkarak bir nebze gazetecilik alanını anlamaya, biraz da yazarların gazeteci olarak bireysel rol algılarını analiz etmeye çalışacağız.
Mustafa Hoş’un ‘Abluka’sı
Önce kitabın kapağıyla başlamalıyız. Çünkü kitabın kapağı içeriye dair çok şey söylüyor, bir nevi yazarın üslubunu müjdeliyor.
‘Abluka‘nın kapağında Hoş’un kendi fotoğrafı yer alıyor. Haki renkte bir savaş muhabiri yeleğini andıran ceketiyle kapakta boy gösteren Hoş’un gözleri siyah bir bant üzerine yazılı ‘Abluka’ yazısıyla kapatılmış.
Kapağın alt başlığındaki “’Korkma! Cesaret de bulaşıcıdır”’ sloganını WikiLeaks’in kurucusu Jullian Assange’ın meşhur mottosundan hatırlıyoruz. Belli ki kitabın editörü Amerikan Savunma Bakanlığı’nın gizli belgelerini cesaretle yayınlayan ve bu nedenle kriminalize edilen dünyaca ünlü hacker Assange’la Hoş’u özdeşleştirmiş. Ya da Hoş, çok beğendiği bu sloganı kaynak göstermeden kendisine mal etmiş.
Abluka’nın kapağında tek başına baskılara göğüs geren bir ‘kahraman gazeteci’, bir ‘yalnız adam’ imgesiyle karşı karşıyayız. Kapağın sağ üst köşesinde ‘Medya nasıl teslim alındı?’ yazıyorsa da, aslında biz ‘Mustafa Hoş nasıl direndi?’ temalı bir kitap okuyacağımızı seziyoruz.
Kitabın önsözünde yazar bir gazetecilik alanı tarif ediyor. Bu alanda bir ‘bizim çocuklar’ adını verdiği ‘zoru tercih eden’, ‘namuslu’, ‘ahlaklı’ gazeteciler var; bir de ‘ötekiler’ diyebileceğimiz, ‘bizim çocuklara setler çekenler…’
“Medyada bizim çocukların karşısına bir set çekenler Sol’dan darbelilerdir (yazım hataları yazara aittir). Bir püriten gibi, Bizim Çocuklar avına çıkarlar haber merkezlerinde. Ahlak duvarına toslamaktan korkarlar ve onun için yok etmek isterler. Kendi ahlaksızlıklarını ve başarısızlıklarını örtmek için sizi huysuz, geçimsiz ve kavgacı ilan ederler…” (s. 15)
Hoş, kitabını aslen haber merkezlerindeki ‘ahlaklı çocuklar’ın manifestosu olarak tanımlıyor ve bu da yetmezmiş gibi ‘bizim çocuklar’ olarak tarif ettiği bu ‘ahlaklı’ gazetecileri medyanın arka bahçesinin Don Kişotları ilan ediyor.
Haber merkezlerinden sürgün edildiği, yaşadığı alanın bir cehenneme çevrildiği kendi Don Kişot’luk hikayesine ise “Bir gün televizyonda bir kelime kullandım, bütün hayatım değişti” diyerek başlıyor. Ve yazar 27 yıllık meslek hayatında, AKP iktidarı döneminde yaşadıklarının hiçbir dönemdekine benzer olmadığını söylediği satırlarla devam ediyor (s.17).
AKP döneminde medya-iktidar ilişkilerini ‘hizaya çekme’, ‘had bildirme’ ve ‘biat ettirme’ olarak üç evreye ayıran Mustafa Hoş, kitabında bu üç evrede de 24 TV, NTV ve son olarak Artı 1 kanallarında yöneticilik yaptığı yılları anlatmaya soyunuyor.
Biyografisi yok
Mustafa Hoş’un kitabında gazetecinin biyografisi yer almıyor. Bu eksiklik, sıradan okuyucunun yazarın gazetecilik pratiğine tarihsel perspektiften bakmasını engelliyor.
Mustafa Hoş, acaba gazetecilik alanına ilişkin ilk deneyimlerini nerede edindi? Rol modelleri kimlerdi? Gazetecilikte hangi aşamalardan geçerek yöneticiliğe yükseldi ve kendi gazetecilik tarihinde öne çıkan işleri (haberleri) nelerdi?
Önsözde anlatıldığı kadarıyla yazarın Zonguldak İnanış gazetesindeki çaylak muhabirlikle başladığı gazetecilik hayatının gerçeğin peşinde koşmakla devam ettiğini ve bu uzun soluklu mesleki çabanın bir gün NTV’deki yöneticilik döneminde kullandığı ‘abluka’ sözcüğüyle kesintiye uğradığını öğreniyoruz. Ama Mustafa Hoş’un Zonguldak İnanış gazetesinden başlayıp İstanbul büyük medyasının tepe yönetimlerine gelene kadarki 20 küsur yıllık gazetecilik macerasının detaylarını öğrenemiyoruz.
Ben… Ben… Ben…
Mustafa Hoş’un kitabı hiç kuşku yok ki bir kendine güzelleme.
Yazar her ne kadar giriş ve önsöz yazılarında AKP döneminde medya-iktidar ilişkisine eleştirel baktığına dair ipuçları verse de, kitap boyunca okuduğumuz şey aslında “Ben iyiyim, onlar kötü”den öteye gitmiyor.
Gazeteci Mustafa Hoş kendi seçimleriyle, ortak değerler adına içinde yer aldığı oyunda kendi sorumluluklarını eleştirmiyor, hesaplaşmıyor; kendisini mağdurlaştırarak gazetecilik alanını ve ona baskı uygulayan siyasal iktidarı suçluyor.
Bunu yaparken, gazetecilik alanında karşılaştığı baskı ve sansürü sadece kendi başına gelen bir felaket olarak görerek, kendisinden önce yaşanan çok benzer olayları ve durumları görmezden geliyor.
Türkiye’de gazetecilik alanında yer alan aktörlerin belki de en büyük sorunu bu. Baskı gören her gazeteci sansürün tarihini kendisinden başlatıyor. Kendi başına gelen olayların, yaşadığı zorlukların, baskının biricik olduğuna inandığından ya da sadece kendi başına geldiğinde harekete geçtiğinden olsa gerek ya yaptıkları işi kutsallaştırıyor ya da bu kutsallığı kendilerine atfediyor.
Hoş’un kitabına baktığımızda bunun en bariz örneklerinden biriyle karşı karşıya olduğumuzu görüyoruz. Çünkü Hoş, gazetecilik alanını ve medyaya baskıyı anlatmak sözü vermişken, ilk sayfadan itibaren sadece ve sadece kendisini anlatıyor. Üstelik bunu yaparken, medya-iktidar ilişkisi içinde kotarılmış AKP yanlısı medya sahipliği maceralarındaki kişisel dahlini bile meşrulaştıracak basitlikte bir rol algısıyla hareket ediyor.
Bir tezat: AKP’lilerle bağımsız TV kanalı
Bir gün hiç tanımadığınız birisi size bir çiçek verirse sakın şaşırmayın… 1980’lerden bir deodorant reklamıydı bu, bilen bilir.
Mustafa Hoş’un Kanal 24 macerası da aynen böyle başlıyor işte. Bir gün arabasına atlamış Tom Waits’den ‘Hold on’ dinleyerek tatile gitmekteyken, Tekirdağ-Kınalı yol ayrımında telefonu çalıyor Hoş’un (tarih belirsiz). Hayatında hiç tanımadığı, Hasan Doğan adında biri, telefonda “Bir televizyon projemiz var, sizinle konuşmak istiyoruz” diyor (s. 19).
Bu noktada Mustafa Hoş’un kendisine sorduğu bir soru var ki biz aslında bu sorunun işin özünü anlamak açısından önemli olduğunu, ama ne yazık ki kitapta yazarın kendisinin bile bu sorunun yanıtını bulamadığını görüyoruz: “Kimdi bu adamlar? Ve beni neden tercih etmişlerdi?”(s. 19)
Tatilini kesip şehre dönüyor Mustafa Hoş. Hiç tanımadığı birileriyle yeni bir kanal projesini konuşmak için… Hasan Doğan, o dönemde AKP’ye yakın bir işadamı ve sonradan kısa bir dönem Türkiye Futbol Federasyonu başkanlığı da yapmış bir kişi.
Yanında, AKP Diyarbakır milletvekili İhsan Arslan olmak üzere Mustafa Hoş’la buluşuyorlar (s. 20). Kurmak istedikleri kanal üzerine konuşuyorlar. Kanalın kurulma aşamasına ilişkin bilgiler Hoş’a o zamanlar Yeni Şafak gazetesi yazarı olan Mustafa Karaalioğlu’ndan da geliyor. “Bence iyi bir oluşum, hemen reddetme” diyor Karaalioğlu (s.21).
Kanalın kuruluş sermayesi ve ortakları hakkında ayrıntılı bilgi okuyamıyoruz, ancak yazarın “Parayı kim verecek? Siyaset bağlantısı olacak mı?” gibi kaygılar yaşadığına ilişkin satırlara rastlıyoruz. AKP’li işadamları veya politikacılar işin içinde olsa dahi, ‘bizim çocuk’un bireysel rol algısı ve etik kaygılarını bilen sermayedarların işin içine siyaseti sokmayacağı yönünde sözler alındığına dair satırlar geliyor arkadan (s.20). Ya Mustafa Hoş çok saf, ya da biz okurları saf zannediyor diye düşünüyoruz.
Kanal 24’ün toplantıları İstanbul Büyük Şehir Belediyesi tesislerinde yapılıyor. “İşime karışılmadığı sürece ben varım” diyen Hoş, kanalın yöneticisi olmayı kabul ediyor ve işe başlıyor (tarih belirtilmemiş).
24 haber merkezinin başına geçmek için Hoş’un işverenle nasıl bir iş akti imzaladığına ilişkin detaylar anlatılmıyor. Bu nedenle, sıradan bir okur açısından yeni kurulan bir kanaldaki yönetici ne şartlarda çalışır, ne gibi olanaklar talep eder, bağımsız habercilik için oluşturduğu belli kodlar ve yayın ilkeleri var mıdır, haber merkezine kadro oluşturmak için nasıl bir plan program yapar, gibi sorular yanıtsız kalıyor. İlkeler ve kurallar söz konusu olmasa da gazetecimiz alçak gönüllü. “Kaç para istersin?” diye soran AKP milletvekili İhsan Arslan’a şu yanıtı veriyor:
“Para konusunu sonra konuşuruz. Ben projeyi bir ortaya çıkarayım. Amacım birinci haber kanalı olmak. Bunu yapmakta hiçbir zorluk görmüyorum. O zaman para işini konuşuruz. Kanalı ses getiren ve etkin bir kanal haline getirdiğimde piyasada kim en yüksek alıyorsa ondan yüksek alırım. O zaman kadar siz ne belirlerseniz bana uyar.” (s. 21)
Oldukça amatör bir iş akdinden söz ediyoruz… Emeğini ve beyninin ışıltısını kapitalist medya patronlarına sunan gazeteci, yapacağı iş karşılığında kendisine ödenecek ücretin tespitini de işverene bırakıyor.
Peki ya kanalda çalışacak diğer işçiler? Haber merkezinde yer alacak ekip? Haber merkezi, program ekibi ve diğer kadro nasıl oluşuyor? İşe eleman alınırken nelere bakılıyor? Muhabirlere kaç lira maaş ödeniyor? Kanalın çalışma koşulları ve meslek kodları nasıl inşa ediliyor?
Bu konulara ilişkin tek bir bilgi bile yer almıyor kitapta. Sadece üç istek belirttiğini anlatıyor Mustafa Hoş: “İşime siyasi müdahale olmayacak. Maaşlar her ayın ilk haftası ödenecek. Sigortalar 212 olacak ve tam yatacak.” (s. 21)
İlerleyen bölümlerde siyasi müdahalelerin türlü boyutlarını okuyacak olsak da, kanalda çalışan işçilerin çalışma koşulları konusunda verilen sözlerin tutulup tutulmadığı hakkında bir bilgi edinemiyoruz.
Ne patronlar tanıdım aslında hiç yoktular
Kanal 24’ün teknik koordinasyonu, artık tümüyle AKP’lilerin denetimine geçmiş TRT’den bir kişi tarafından yapılıyor.
Sonra bir gün aniden Ethem Sancak adlı işadamı devreye giriyor. Hedef Holding’de bir toplantı yapılıyor. Nedir bu Hedef Holding, öğrenemiyoruz.
Bu da yetmezmiş gibi, Kanal 24’ün patronajında mütemadiyen yeni isimler belirmeye başlıyor. Ve ne hikmetse bu isimlerin her biri AKP’ye yakın insanlar. TMSF’den alınan Star gazetesinin sahibi Ali Özmen Sefa gibi… Yine başbakana yakın işadamlarından biri olan Ethem Sancak gibi…
Yönettiği kanalın medya sahipliğinde yaşanan bu değişimler sanki çok önemsiz ayrıntılarmış gibi geçiştiriyor Mustafa Hoş. Kanalın yayın yönetmeni olan gazetecinin bireysel ve mesleki adanmışlığı, siyasetten arınmış gazeteciliği sanki 24 kanalının bağımsızlığının da belgesiymiş gibi bir izlenim verilmeye çalışılıyor. Her şey bir kahraman gazetecinin dirayetine kalmış yani. Ne başbakanın kuzeni Cengiz Er’in Mustafa Hoş’a yardımcı olarak atanması (s.24), ne başbakan Erdoğan’ın danışmanı Yalçın Akdoğan’ın Kanal 24 şantiyesinde özgürce keşif gezisi yapması (s.27), ne başbakana yakınlığıyla bilinen Serhat Albayrak’ın Star gazetesi Kanal 24’e medya grup başkanı olarak atanması (s. 31) Mustafa Hoş’un “Acaba ben AKP yanlısı bir kanalda mı çalışıyorum?” diye şüphelenmesine yol açmıyor.
“O günlerde inşaat içinde bir adam gezinmeye başladı. Yanıma da gelmiyordu. Köşelerde duruyor, bir şeyler not alıyor sonra kayboluyordu. Cengiz’e (Er) sordum.
-Kim bu adam Cengiz? Kimin çaşıtı bu?
-Çaşıt ne abi?
-İspikçi, ajan gibi bir şey.
-Haa. O Yalçın Akdoğan abi.
-Kim ki bu Yalçın Akdoğan?
-Abi boş ver ya…
-Ne demek boş ver? Kim bu?
-Abi danışman kendisi. Patronlar iyi tanır.
-Bana hiçbir şey demediler. Ben sorarım.
-Abi aynı zamanda Tayyip Beyin de danışmanı.
-Nasıl ya? Burada ne yapıyor?” (s. 27)
Mustafa Hoş, Kanal 24 macerasını anlattığı sayfalar boyunca bize mütemadiyen ne kadar iktidar yanlısı bir gazetecilik yapmadığını, mesleki sorumluluk ve adanmışlık bilinciyle gazetecilik yaptığını anlatmaya çalışsa da, kitabın okudukça 24’ün bal gibi de AKP iktidarı eliyle kurulmuş kanal olduğunu anlayabiliyoruz.
Kanalın kuruluş sermayesinden direkt parti ilişkilerine kadar her yerinden AKP’lilik akıyor çünkü.
Başbakanın konuşmalarını kesintisiz yayınlayan ilk kanallardan biri 24. Ayrıca, 24’ün yayına başlamasıyla birlikte bir anda ülkede gün içinde tüm devlet binalarında ve toplu taşıma araçlarındaki monitörlerden izlenen kanal haline gelmesi de akıllarda.
AKP’lilerin başbakanın kuzeni Cengiz Er’i devreye sokarak yayınlattıkları AKP yanlısı haberlerden bahsediyor Hoş. Sonradan AKP yanlısı Star gazetesinin başına geçen Mustafa Karaalioğlu’nun önerisiyle, AKP yanlısı liberal yazarlara 24’te yaptırılan televizyon programlarını anlatıyor. Program başına verilen ücreti az bulan liberallere (yazarın tanımıyla ikinci cumhuriyetçiler) TRT’de ya da iktidarın elinin uzandığı diğer medya gruplarında (mesela Radikal gazetesinde) ayarlanan ek gelir getiren işlerin ayarlanmasından söz ediyor.
Bütün bunları birinci el tanıklıktan öğrenmek ilginç oluyor aslında. Kanal 24 için o dönemde internette yapılan eleştirel yayınlara da değiniyor yazar. Kanal 24’ün ‘dinci kanal’ olarak lanse edilmesinden duyduğu öfkeyi anlatıyor. Direkt olarak AKP’ye yakın gazeteciler ve İslami kesimden iş insanlarıyla birlikte yer aldığı gazetecilik alanını bu derece tersinden okumak gerçekten maharet isteyen bir şey.
“Her gün bir milletvekili ya da bakan danışmanı arayıp duruyordu. Özellikle Erdoğan’ın danışmanları. Daha çok Cengiz Er’le temas kuruyorlar, o da bana soruyordu (neyi sorduğu anlatılmıyor). Makul olanlara tamam diyordum.” (makul olanın ölçüsü nedir, anlatılmıyor) (s.39).
24’ten ayrılık
Nitekim kitabın ilerleyen sayfalarında Mustafa Hoş’un da en az biz okuyucular kadar Kanal 24’te olan bitenleri ve hükümet baskısını idrak ettiğine, tanıklık ediyoruz.
İktidar partisi AKP’nin danışmanlarının, AKP’ye ve 24’e yakın patronların ve AKP yandaşı basın kurumlarının yöneticilerinin haber içeriklerine doğrudan etkisi yoğunlaşınca, Hoş da, “Ben artık sizinle oynamıyorum” noktasına geliyor.
Kanal 24’te mesleğe dair çok şey yapmaya çalıştığını, yeni formatlar geliştirdiğini, ezber bozmaya çalıştığını söyleyen Hoş için Ethem Sancak’ın telefonda sağlık bakanına, “Ellerinden öperim sayın bakanım” demesi bardağı taşıran son damla oluyor.
Tek kişilik bir gazetecilik ordusu
Kanalın kurucusu ve isim babası olan Hoş’un istifasının haber merkezine etkisini, durumun çalışanlara nasıl yansıdığını, onun ayrılığından sonra kanalın yayın politikasında ciddi bir değişiklik olup olmadığını kitabın ilerleyen bölümlerde öğrenemiyoruz. Çünkü bunları anlatma gereği görmüyor yazar. Sanki kendi kurduğu ve kültürel sermayesini kendisinin oluşturduğu bir habitusun kapısını önce açıp giriyor, orada bir süre yaşıyor, sonra da sıkılınca dışarı çıkıyor.
İçinde yer aldığı gazetecilik alanında sadece kendisinin ve kendi değerlerinin var olduğuna, iktidara bağlı diğer aktörlerin bu gazetecilik alanına müdahalesine izin vermediğine bizleri inandırmaya çalışıyor Mustafa Hoş.
O, adeta tek kişilik bir gazetecilik ordusu. Kanal kuruyor, kanal yönetiyor, eleman çalıştırıyor, haberler yapıyor ama ortada kurumsal bir kimlik, paylaşılan ortak değerler ve medya sahipliğinin ideolojik katkısıyla gerçekleşen bir üretim sürecinin olmadığına inanmamızı istiyor. Hatta medya sahiplerinin medya dışı işleri kitapta nedense bahis konusu bile edilmiyor.
Peki, son kertede bu Kanal 24 AKP yanlısı bir kanal mıydı, değil miydi diye sormadan edemiyoruz.
Kahramanımız NTV’de
Mustafa Hoş’un ‘Abluka’sının bir diğer önemli bölümü de yazarın ‘yeni bir macera’ olarak tanımladığı Doğuş Grubu ve NTV haber merkezindeki gazetecilik günleri.
Kanal 24’ten ayrıldıktan iki ay sonra eski arkadaşı Ömer Özgüner tarafından Doğuş Grubu’na davet edilen Hoş, burada önce genel müdür yardımcısı olarak işe başlıyor, sonradan haber merkezinin başına geçiyor.
Yine metindeki 5N 1K’ler eksik, bu nedenle tahminler yürüterek gitmek zorundayız. Kanal 24’ün kuruluşunun Hoş’un tabiriyle AKP’nin ‘had bildirme’ dönemine denk geldiğini düşünürsek, yazarın NTV’ye geçişinin 2007 sonrasına, yani Doğuş Grubu’nun ‘biat dönemi’ne denk geldiğini sanıyoruz. Bu sebeple, Mustafa Hoş’un da daha önce Kanal 24’te çalışmış ve AKP döneminde medya-iktidar ilişkileri konusunda ‘az çok deneyimli’ bir yayıncı olması nedeniyle NTV yönetimi tarafından tercih edilmiş olabileceği çıkarımını yapabiliriz.
O dönemde açık AKP muhalifi olan gazeteciler birer birer NTV’den temizlenmeye başlanmıştı. Eh, Hoş da AKP’ye muhalif bir gazeteci olsaydı, NTV’de yönetici olarak işe alınmazdı diye düşünüyoruz. Nitekim bazı internet siteleri de benzer şekilde düşünüp “Beyaz Türklerin kalesine AKP’li gazeteci geldi” yayınları yapıyor (s. 75). Ama yazarımız durumun aslında hiç de öyle olmadığını iddia etmeye devam ediyor.
“NTV’ye başlamam dışarıda olduğu kadar içeride de epey tedirginlik yarattı. ‘AKP’li gazeteci’ye karşı cepheler oluşturuldu. Bugün gelinen duruma baktığımda hayatın ironisinden büyük ceza olmaz diyorum.” (s. 75)
Aynı habitusu paylaştığı diğer gazeteciler tarafından dışlanmak, ötekileştirilmek ve ortak değerlere sahip olmamakla itham edilmek zor bir durum olsa gerek.
Yeni haber merkezinde Mirgün Cabas’tan boşaltılan koltuğa oturan Mustafa Hoş, kendince “NTV’nin alışkın olmadığı” türden yayınlar yapmaya soyunuyor (s. 77). NTV haber merkezinin teamüllerine ve kodlarına uygun olmayan şeyler istediğinde “Biz NTV’de böyle yapmıyoruz” yanıtını alan Hoş’un, kanal çalışanlarına kendi gazetecilik anlayışını anlatmak (dayatmak?) için epey zaman harcadığını tahmin edebiliyoruz.
Stüdyo programlarına hapsolmuş NTV’nin “sokağa çıkması” (muhabirlerin stüdyo dışından haber geçmesi) ve 3G canlı yayınları için kafa yoruyor Mustafa Hoş. Pek çok atlatma habere imza attıklarını ve bunun kendisini bir yönetici olarak ne kadar mutlu ettiğini anlatıyor.
NTV’ye ilişkin bölümde haber merkezinde yer alan kadroya ilişkin daha detaylı bilgiye rastlıyoruz. Kameramanlar, muhabirler, editörler isimleriyle cisimleriyle beliriyor bu sefer. NTV safhasında tek başına yel değirmenleriyle savaşan Don Kişot yok artık; orada daha önceden organize olmuş bir yapı, bir ekip var.
Hoş, haber merkezinin başına geçmesinden sonra NTV habitusunda hiç de hoşa gitmeyen bir şey yapıyor. Ankara büroda başbakanlık muhabiri olarak çalışan ve Tayyip Erdoğan’a yakınlığıyla bilinen Nermin Yurteri’yi İstanbul’a, kendi yardımcısı olarak çağırıyor. Bu önemli detaya kitapta yer verilmemiş olsa da, son dönemde ortaya çıkan diğer gazeteci tanıklıklarından bunu öğrenebiliyoruz. Nermin Yurteri gibi AKP’ye yakınlığıyla bilinen bir gazetecinin haber koordinatörü yardımcılığına atanması, NTV’nin hükümet yanlısı habercilik yapma niyetinin de bir göstergesi elbet. Mustafa Hoş’un NTV dönemine ilişkin bir başka tanıklığı, bu makalenin devamında ele alacağımız ikinci kitap olan 5Ne 1Kim’in yazarı ve eski NTV çalışanı olan Mustafa Alp Dağıstanlı’dan dinleyelim:
“NTV’nin görmediği ve göstermediği birçok şey var. Eylül 2009’daki İstanbul seline gidelim. İkitelli’de 10’dan fazla insanın öldüğü sele… Tayyip Erdoğan’ın belediye başkanlığı zamanında yapılan binalar da eleştiri konusu olmuştu o zaman. Haber koordinatörü Mustafa Hoş, yardımcısı da Nermin Yurteri’ydi ve ‘Siyasi eleştiriye girmeyelim. O binalar neden vardı gibi meseleler üstünden gitmeyelim. Muhalefet yükleniyor, o çizgide durmayalım. İnsani durumla ilgilenelim’ diye tembih ediyorlardı muhabirlere. Cemaat okullarıyla ilgili haberleri de istemiyordu Mustafa Hoş. İstenmeyenlerden biri de Ankara Büyükşehir Belediye Başkanı Melih Gökçek’le ilgili haberlerdi. Gökçek’in kanala bulaşmasından korkuluyordu…” (Dağıstanlı, 2014: 87).
Böylesine siyasal iktidara ayarlı bir gazetecilik söz konusuyken, Mustafa Hoş’un kendi NTV macerasını kitabında bir tür kahramanlık destanı anlatısı gibi örmüş olmasındaki garipliğe takılıyoruz haliyle. Hoş’un bu tavrı sadece kitabın ana metnine özgü değil. Daha önce medyaya vermiş olduğu (ve kitapta yer alan) söyleşilerde de aynı üslubu tekrarlıyor yazar: “Ben medyanın vicdanıyım. Geçmişim ortada. Nerede haksızlık varsa nerde zalimlik varsa karşısında oldum. Dün de böyleydi bugün de yarın da öyle olacak.” (S. 347)
Hoş’un bu sözleri kendisine garip gelmiyor anlaşılan. Yanlış anlaşılmasın, buradaki itirazımız Hoş’un nasıl bir gazeteci olduğuyla ilgili değil. Sorun, nasıl iyi bir gazeteci ve insan olduğunu bize kendisinin tarif etmesi. Bu övgüleri normalde başkalarından, mesela çalışma arkadaşlarından alması gerekmiyor mu?
Patron teşekkür ederse…
Mustafa Hoş NTV’de geçirdiği sürede bir yandan haber merkezi içinde sivrilmiş bazı isimlerle iç çatışmalar yaşıyor, bir yandan da kendisini patronaja sevdirmeye uğraşıyor. Pınar Kür, Müjde Ar, Aysun Kayacı ve Çiğdem Anad’ın hazırlayıp sunduğu “Haydi gel bizimle ol” adlı programın yayından kaldırılmasında iktidarın nasıl etkili olduğunu anlatıyor yazar. Hükümetin programdan rahatsız olduğunu açıkça dile getiriyor. Ama bu konuyu nedense çok önemsiz bir şeymiş gibi satır aralarında geçiştiriyor. “İktidarın baskısı artınca program yayından kalktı” diyor (s. 104). Ama bunu mesela bir sansür veya vahşi bir baskı olarak algılamıyor Mustafa Hoş.
Benzer bir şekilde, NTV’de program yapması için teklif götürülen Ahmet Hakan’ı “Başbakanın istememiş olması” da normal bir vaka gibi anlatılıyor kitapta (s. 105). Yazarın da çok net belirttiği gibi, “NTV’de siyasetin ağırlığının artık daha çok hissedildiği bir döneme giriliyor.” (s. 105) Ve ne hikmetse, o dönemde kanalın yöneticisi olan kişi iktidarın medya ablukasını kitaplaştıran Mustafa Hoş’un kendisinden başkası değil.
İktidarın medyaya direkt baskısının, sansürünün ve patronların iktidara köle edilme sürecinin anlatıldığı kitapta bir gazetecinin en son övüneceği şey patronajdan aldığı tebrikler olmalı. Özellikle Doğuş Grubu’nun sahibi Ferit Şahenk gibi AKP’ye ve Başbakan Erdoğan’a biatı artık gün gibi ortada olan bir medya patronunun haber merkezi yöneticisine “Çok iyi gidiyorsun. Herkes bana NTV’yi övüyor. Tebrik ediyorum” demesi, asla bir övgü niteliğinde ele alınamaz. Bu cümleler, patronajın yapılan haberlerle rahat ettirildiğinin, baskıcı iktidara karşı yüzünün ağartıldığının veya haber merkezi yöneticisinin sermaye sahibine onu hoşnut edecek bir konfor sağladığının göstergesi.
Halbuki normal şartlar altında dünyadaki tüm iyi gazeteciler yaptıkları haberlerle patronlarının keyfini kaçıran gazetecilerdir. Gazetecilik okuyan birinci sınıf öğrencisinin bile rahatlıkla görebileceği bu tuhaf durumu görmeyen Mustafa Hoş ise egosuna o kadar yenik düşüyor ki, eski patronu Ferit Şahenk’in “Çok iyi gidiyorsun, aferin!” minvalindeki sırt sıvazlayan sözleri için Abluka’da iki sayfalık ayrı bir bölüm açıyor (s. 115).
Bir başlık uğruna
Gelelim kitaba adını da veren ve Mustafa Hoş’un NTV’den ayrılma nedeni olarak bize sunduğu ‘Abluka kelimesi’ vakasına.
Bu kez neyse ki tarih belli. 16 Şubat 2010 öğle saatleri. Erzurum Özel Yetkili Cumhuriyet Savcılığı, Erzincan Adliyesi’ne operasyon düzenliyor.
Bölgedeki irticai yapılanmalarla ilgili soruşturma yürüten başsavcı İlhan Cihaner’in hem evinde hem de ofisinde arama yapılıyor ve Cihaner gözaltına alınıyor. Mustafa Hoş’a göre bu durumu en iyi ifade eden sözcük ‘abluka.’ Nitekim ‘Başsavcıya Abluka’ başlığıyla yayına veriyor NTV haberi.
Bu başlık hem kurum içinde hem de dışında eleştiri konusu oluyor. Haberin sıcaklığının heyecanıyla “o anın kutsallığını” yaşamakta olan Mustafa Hoş, Ankara’dan gelen telefonlar ve baskı karşısında şaşırıyor. ‘Abluka’ başlığının başbakanı kızdırdığı, derhal yayından çıkartılmasının istendiği yolunda bilgiler ulaşıyor Ankara bürodan.
“Abluka neden bu kadar kızdırıyordu? Çünkü yapılan işin meşru olmadığının, bir intikam operasyonu yapıldığının bilinmesini istemiyorlardı” diyor Hoş (s. 119). Şimdi gelin bu ifadeyi biraz tartışalım…
Gazeteci polisin ve yargının bir operasyonunu hukuka aykırı buluyor ve bu operasyonun bir intikam operasyonu olduğuna inanıyor. Peki, o halde neden habere ‘İntikam Operasyonu’ gibi olayı daha net anlatan bir başlık atamıyor? Çünkü o anda olan bitenin bir ‘intikam operasyonu’ olduğunu kanıtlayacak delile sahip değil. Eh, o zaman düz başlık yerine olayın intikam operasyonu olduğunu ima edecek bir ‘edebi’ başlık kullanmaya karar veriyor gazeteci. Lakin, bu sefer de haber başlığı ‘yorum içerir’ hale geliyor.
Gazetecilik alanında yorum içeren başlık ya da düz başlık (Erzincan’da Başsavcıya soruşturma gibi) kullanmak her zaman anlamlı bir müzakerenin konusudur. Bu müzakere gazetecilik alanının doğal bir süreci olduğundan, normalde istifayı gerektirecek bir süreç de değildir. Ayrıca, haberin başlığının öyle ya da böyle olması, haberin içeriğinin doğruluğunun göstergesi de değildir. Bir haberin başlığının değişmesi ya da değişmemesi, başlık olgusal gerçekliği deforme etmediği sürece, haberin önemini azaltan veya büyüten bir etmen değildir. Sadece izleyicinin dikkatini çeken veya olay algısını yönlendiren bir unsurdur haber başlığı.
Evet, Mustafa Hoş’un NTV macerası ‘Başsavcıya Abluka’ başlığında ısrar etmesiyle bitiyor. O gün NTV binasından ayrılana kadar bu başlığı ekranda kullanmaya devam eden haber koordinatörü, binayı terk eder etmez ‘Abluka’ başlığının silindiğini görünce, bir daha NTV’ye uğramıyor. Ne iktidarın baskısıyla yayından kaldırılan programlar, ne muhalif oldukları için kanaldan uzaklaştırılan gazeteciler, ne ‘Aman bulaşmayalım’ denilerek görmezden gelinen haberleri sorun etmeyen Mustafa Hoş, bir tek haberin başlığına itiraz edildiği için aniden haber merkezinde ‘sansür’ü ve ‘baskı’yı fark ediveriyor.
Açıkçası, istifa gerektiren bunca olay varken, gazetecilik etiğinin ve haber merkezlerinin her daim tartışmalı konularından biri olan ‘Düz başlık mı-yorum başlık mı?’ sorunsalı nedeniyle istifayı çok ilginç bulduğumuzu belirtmeliyiz.
Abluka’nın ilerleyen bölümlerinde ise eskinin iktidar paydaşı, yeni dönemin ise baş düşmanları AKP ile Cemaat arasındaki çekişmenin medyaya nasıl yansıdığını örneklerle anlatıyor Mustafa Hoş. Kitabın 139. sayfasından 221. sayfasına kadar olan bölüm AKP ve Cemaatin medyayı nasıl dizayn ettiği, Oda TV operasyonu, Ahmet Şık ve Nedim Şener’in tutuklanmaları, Vatan gazetesinin Demirören’e satılışı, Habertürk’ün Alo Fatih’i, 7 Şubat krizinin medya yansımaları, dershane tartışmaları gibi konulara ayrılmış.
Kanal 24’ün kuruluşu ve yayıncılık hikayesinin özenle AKP ve Cemaatin medya dizaynının anlatıldığı bölümlerde yer almaması da manidar. Çünkü 24 kanalı, AKP iktidarının Türkiye’de medya sahipliği alanını yeniden düzenleme sürecinin çok önemli bir parçası.
Artı 1 günleri
Gazetecilik alanına dair birinci el tanıklık kitapları bizde bir tür haber merkezi etnografisi yapıyormuşuz etkisi yaratıyor. Gazetecilik alanının doğal aktörlerinin hangi durumlarda ne tür tepkiler verdiklerini, etik karar alma süreçlerini ve özellikle patronajla ilişki kurma biçimlerini daha yakından okuma şansımız oluyor.
Mustafa Hoş’un Artı 1 adlı yeni kurulan televizyon kanalında yaşadıkları da bu manada sözü edilmeye değer. Yine kesin tarihini kitaptan öğrenemediğimiz, ama kendisinin NTV’den ayrılışından üç buçuk yıl sonra olduğunu anladığımız bir zaman diliminde Uğur Dündar Mustafa Hoş’u arıyor. “Yeni bir kanal kuruyoruz. Sen de katıl bize. Hadi hemen gel!” diyor (s. 221).
Sıradan bir okur medya dünyasında bazı şeylerin göründüğünden çok daha kolay olduğunu düşünebilir. Ama Hoş’un anlattıklarına bakılırsa hakikaten de öyle… Çok genç bir ekip… Çoğunluğu stajyer ve para almıyor… Haber müdürü dahil hiç kimsenin kadrosu yok… Kanalın teknik donanımı ve altyapısı felaket (s. 221)… Ama yine de orada profesyonel gazetecilik yapma iddiası var.
Sadece Uğur Dündar gibi profesyonel bir marka ve ekibi var ortada. Artı 1’in kurucuları arasında yer alan Tuncay Mollaveisoğlu’nun adı neredeyse hiç anılmıyor kitapta. Medya sermayesinin nereden geldiği konusu ise “Ve patronlar ortaya çıktı” başlıklı bir bölümde kısaca geçiştiriliyor.
“Kanalın sahibi görünen Altan Ertürk, ilk günlerde ortalıkta gezinmiyordu. Ama daha sonra her gün gelmeye başladı. İlk kez Uğur Dündar’ın odasında tanıştık. Yanındaki birini ortağı olarak tanıttı. O kişi Mehmet Karasu’ydu.”
Anladığımız kadarıyla medya dünyasında “Haydi gel bizimle ol” denildiğinde sevdiğimiz gazetecilerle çalışmaya başlıyor, patronumuzun adını ise işe başladıktan sonra öğreniyoruz.
Peki ama, bu medya patronları televizyon kuracak parayı nereden buluyor? Bunu hiç merak etmiyor muyuz? Bu iki patron kişisinin medya dışında para kazandıran ne gibi işleri var? Neden televizyon kanalı kurmak istiyor bu adamlar? Neden Uğur Dündar ve Tuncay Mollaveisoğlu gibi isimlere giriyorlar bu işe? Bunları Mustafa Hoş merak etmiyor; bize de detaylı bilgi vermiyor. Halbuki bunlar gazetecilik pratiğini direkt etkileyecek önemli meseleler.
Mustafa Hoş Artı 1 kanalında da aynı 24’te olduğu gibi patronlara “Siz ne parayı uygun görürseniz verin. Kanal para kazanmaya başladığında çok para isterim ama” amatör mantığıyla işe başlıyor. Kanalda çalışan herkesin kadrosunun yapılmasını ve maaş ödenmesini şart koşmayı da ihmal etmiyor. Ama biz ilerleyen sayfalarda bu istekler yerine geliyor mu gelmiyor onu öğrenemiyoruz.
Bildiğimiz bir şey var, o da kendisi dahil tüm kurucu ekip patron baskısı ve sansür nedeniyle Artı 1’den ayrılırlarken, çalışmalarının karşılığı olan parayı alamamış oldukları. Patronaj önemlidir demiştik.
Mesele var söz yok
Kitaba dönecek olursak, ‘Abluka’, dil açısından sorunlu bir kitap. Bir gazeteciden çok ‘delikanlı’ ağzıyla yazılmış. Bilgilendirmeye değil, meydan okumaya çalışan bir kitap. Her sayfada kendisini anlatan yazar, bireysel bir manifesto yazmakla medyada yaşanan gerçekleri anlatmak arasında kalmış.
Kitapta anlatılan olaylar veya ikili konuşmalar dedikodudan öteye gitmiyor. Hoş, ne bu dedikodulardan yola çıkarak medyanın mevcut işleyişine ilişkin analizlere soyunuyor ne de gazetecilik alanına dair tartışılacak, üzerine düşünülecek çözümler üretiyor. Yazarın gazetecilik alanındaki dibe vuruşa karşı okura sunduğu tek çözüm, Mustafa Hoş gibi kahraman olmak.
Kitabın bir sözü olmadığı (meselesi var ama sözü yok) için içeriğine dair anlamlı bir kurgu da tasarlanmamış; kronolojik bir sıralamayla (ama çoğunlukla tarihler belirtilmeden) olaylar arka arkaya sıralanmış. Kitap bittiğinde, elinizde “Aa! bak neler yaşanmış”tan fazla bir şey kalmıyor.
Kitapta geçen olaylara ilişkin tarihler eksik olduğundan, Hoş’un farklı kurumlarda çalıştığı dönemlerdeki tanıklıklarıyla, işsiz kaldığı dönemlerdeki dışarıdan gözlemleri, okudukları ve şahsi yorumları iç içe geçiyor ve bu sıkıntılı durum hem dil anlamında bir karışıklığa yol açıyor hem de anlatılan şeylerin zeminini kayganlaştırıyor.
Her şeyden önemlisi, bir gazeteciden sadece kendi yaşadıklarını kitaplaştırsa bile, iddialarını kuvvetlendirmek için biraz olsun belge, bulgu, tanıklık filan sunmasını bekliyoruz. Örneğin bir başka gazetecinin köşe yazısını kitaba olduğu gibi koymak yerine, anlatılan olaya ilişkin bir ikinci tanıklığa, analize filan başvurulabilirdi diye düşünüyoruz.
Bu kitabın böylesi bir editoryal desteğe çok ihtiyacı varmış.
Hoş, en doğru analizleri ve yorumları 4. Bölüm’de (3 Temmuz Operasyonu) yapıyor ancak burada da taraftarlığı hatta fanatikliği diline o derece yansıyor ki, haklı olduğu bu bölümler bir belge niteliği taşımaktan uzaklaşıyor.
Kitabın hiçbir bölümünde bir dipnot yok. Editörlük anlamında bir özen olmadığı gibi zorunluluk gerektiren yerlerde bile bilgilendirme bulunmuyor.
Hoş, birebir yaşadığı olayları da, kulaktan duyduğu olayları da aynı kesinlikte anlatıyor. Halbuki, özellikle başkalarından dinlediği tanıklıkları aktarırken en azından bir dipnot bekliyoruz okuyucu olarak.
Örneğin; ‘Gezi NTV’ye Kepenk Oldu’ başlıklı bölümde (S.275) Hoş, kendisinin tanık olmadığı bir olayı anlatırken olan biteni sanki kendisi de oradaymış gibi anlatıyor ve burada ‘X’e göre’, ‘Twitter’da okuduklarıma göre’, ‘Orada bulunan arkadaşlarımın tanıklığına göre’ gibi notlar düşme ihtiyacı bile duymuyor. Bu hikayeleştirme biçimi bir üsluptur; ama böyle tarihe not düşme iddiasındaki bir kitap için bu rahatlık fazlasıyla lüks kaçıyor.
Sonuç
‘Abluka’da AKP iktidarı döneminde gazetecilik alanına uygulanan baskı ve sansürden ziyade, Mustafa Hoş’un yeni medya atmosferindeki yükselişi ve ardından beklenmedik bir şekilde alan dışına itilmesinin hikayesini okuyoruz.
Mustafa Hoş, 2002 sonrasında birbirinden çok farklı kültürel ve ideolojik arka plana sahip haber merkezlerinde yöneticilik yapmış. Buna karşın, bu farklı gazetecilik alanlarını yeterince ‘içeriden’ anlatamıyor bize. Çünkü kendisi hep ‘dışarda.’ Kendisi hep ‘öteki.’ Ne 24’te AKP’li, ne NTV’de beyaz Türk. Ama her iki kurumda da oynanan oyuna dahil olma hevesi yüksek. Yine de o hep bir yalnız adam.
Kitapta kendisinden başka tek bir iyi gazeteciden bahsedilmiyor mesela. Kendi yapıp ettikleri dışında övgü alan tek bir gazetecilik işine bile rastlayamıyoruz.
Oysa biz Hoş’un bir dönem parçası olduğu farklı habitusların irili ufaklı aktörlerini, sahiplik mekanizması dinamiklerini, değişen gazetecilik ve habercilik ilkelerini de merak ediyoruz.
Türkiye’de belli bir zaman diliminde, belli bir medya kurumunda haber merkezi yönetmek ne tür sorumluluklar gerektirir? Yöneticinin patronlara ve çalışanlara karşı yükümlülükleri nelerdir? Haber merkezlerinde çalışan muhabirlerin daha iyi gazetecilik yapmaları için ne tür sorumluluk ve hesap verirlik ölçüleri belirlenmiştir? Muhabirlerin çalışma koşulları nedir? Haber merkezinde sınıf bilinci ve örgütlülük ne boyuttadır? Bu ve bunun gibi pek çok soru yanıtsız kalıyor ‘Abluka’da.
Örgütlenmenin, basın sendikalarının, mesleki dayanışmanın, gazetecilere özgürlük yürüyüşlerinin, deprem haberi yaptığı için hapse atılan genç gazetecilerin adı bile geçmiyor Hoş’un kitabında.
‘Solo gazetecilik’ diye bir kavram geliştirdiler Amerika’da. Bir gazeteci alıyor uydu telefonunu, dizüstü bilgisayarını, dijital kamerasını ve tripodunu dünyayı dolaşıp tek başına görüntülü haber geçiyor. Mustafa Hoş’un Abluka’sında kendisine çizdiği gazeteci rolü işte tam da bu solo gazeteci tanımına oturuyor.
Sanki gazetecilik bir ekip işi değil, bir organizasyon işi değil, bir yazılı kurallar ve değerler silsilesi değilmiş gibi anlatılıyor her şey.
Oysa gazetecilik tam da bunun tersi. Gazeteciliğin öyle iyi insanların saf duygularıyla güçlü ve paralı insanların peşine takılıp giriştikleri ve sırf kendileri iyi ve ahlaklı oldukları için layıkıyla yapılabilen bir iş olduğuna ikna olmamız çok zor. Nitekim, olmamış da.
Önceden tasarlanıp organize edilmiş kültürel üretim alanlarında rol alan bir gazetecinin bu önemli detayı görüp oyunun asla tek kişilik bir maçtan ibaret olmadığını idrak etmesini beklerdik.
‘İki kitap bir gazetecilik’ yazı dizimizin ikinci bölümünde Mustafa Alp Dağıstanlı’nın ‘5Ne 1Kim’ adlı kitabını inceleyeceğiz.
Kaynaklar
Dağıstanlı, Mustafa Alp (2014). 5Ne 1Kim, Postacı Yayınevi: İstanbul
Hoş, Mustafa (2014). Abluka, Destek Yayınları: İstanbul
* Esra Ersan: Doç. Dr. Gazetecilik akademisyeni. Doktora derecesini Marmara Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü Gazetecilik Bölümü’nden aldı. 1998-2012 yılları arasında İstanbul Bilgi Üniversitesi İletisim Fakultesi’nde gazetecilik dersleri verdi. Halen aynı üniversitede, Sosyal Bilimler Enstitüsü Kültürel Çalışmalar programında görev yapıyor. Reuters Gazetecilik Vakfı’nın verdiği bursla Oxford Universıtesi’nde ziyaretci akademisyen olarak da bulunan Arsan, siyasal iletişim ve Türkiye’de siyasal gazetecilik uygulamaları konularına ilgi duyuyor. Gazetecilik pratiği ve medya eleştirisi alanında yayımlanmış çok sayıda makalesı ve iki kitabı bulunan Esra Arsan, şu sıralarda Türkiye haber medyasında savaş ve barışın kültürel anlatıları konusu üzerine çalışıyor.
** Hasan Cömert: Gazeteci, sinema yazarı. 1983’te doğdu. Uluslarası İlişkiler mezunu. 2008-2013 yılları arasında Ntvmsnbc’de muhabir ve editör olarak çalıştı. Gezi olayları sırasında istifa eden gazetecilerden birisidir. Şu anda Altyazı ve SabitFikir dergilerinde yazmakta.
DİKEN’in Notu: Başta Mustafa Hoş olmak üzere yukarıdaki yazıyla ilgili cevap hakkını kullanmak isteyenler için yazışma adresimiz: info@diken.com.tr