Gazeteci fikirlerini birileri alkışlasın diye dile getirmez, kendi penceresinden doğru bulduğunu söyler ya da kuşkularına ilişkin sorular sorar. Gazetecinin söylediklerine ya da ortaya koyduğu mesleki yaklaşıma bazıları katılır, bazıları katılmaz. Sözlerinin sınırını, evrensel gazetecilik ilkeleri çizer. Bu ilkeler, Türkiye’nin pek özgürlükçü olmayan anayasasında bile teminat altına alınmış vaziyette. Ayşenur Arslan’ın hedef alınan sözleri, kesinlikle bu çerçevenin dışına çıkmıyor ve iddia edildiği gibi saldırıyı düzenleyenleri övmüyor.
Arslan’ın ifadeleri, aklındaki soru işaretleri ya da ima ettiği olasılık, herkese mantıklı gelmeyebilir. En tehlikelisi meseleyi bu noktaya sıkıştırmak. Çünkü iktidarın baskı aygıtları, harekete geçmeden önce ayaklarını toplumsal algıdaki oyuklara yerleştiriyor. Düzenin her aykırı sesi bastırmaya çalıştığı Türkiye gerçekliğinde özellikle muhalif öznelerden yükselen sesler, saldırıların meşruiyet kaynağına dönüştürülüyor. Muhalefetin görüşlerine “onay” bahşetmediği, linç ortamının coşkusuna kapılarak tekme savurduğu ya da en iyi ihtimalle görmezden gelerek ortada bıraktığı isimler, iktidarın “terör ağları”na takılıp bir “suçlu” haline getiriliyor. Arslan’ın gözaltına alınmasına giden süreçte de aynısı oldu. Muhalefet buna set öreceğine resmen yol hazırladı.
Belirtmek gerekir ki Halk TV’nin sahibi Cafer Mahiroğlu’nun Ayşenur Arslan hakkında soruşturma başlatılmasından sonra yaptığı açıklama da hayli sorunluydu. Mahiroğlu’nun zorlu koşullarda ayakta durmaya çalışan kanalını korumaya çalışması anlaşılabilir ama en kritik anda teslim olunmayacağını vurgulamak yerine egemen söylemi içselleştirip Arslan’ın yalnız olduğunu düşündürtmesi, basın ve ifade özgürlüğüne yapılan saldırıyı daha kolay hale getirdi.