
DR. FEYZA BAYRAKTAR
@FeyzaBayraktar_
info@feyzabayraktar.com
Bir zamanlar yalnızca terapist odalarının duvarları arasında yankılanan kelimeler, şimdi cebimizde taşıdığımız ekranlardan üzerimize yağıyor. ‘Narsist sevgili’, ‘anksiyetesi olan anne‘, ‘travmasıyla yüzleşen influencer’ gibi ifadeler, gündelik hayatın arka plan müziğine dönüşmüş durumda. Sosyal medya, terapi dilini alıp algoritmanın vitrinine koydu. Klinik terimler, artık tweet boyutuna indirgenmiş, story süresine sığdırılmış hâlde dolaşıyor.
Bu popülerleşme bir tür farkındalık devrimi olarak görülebilir mi? Yoksa patolojilerin cilalı vitrinlerde sergilendiği, zihinsel etiketlerin yeni bir baskı rejimiyle yer değiştirdiği bir çağın içinden mi geçiyoruz? Yüzeyde bilgi köpürüyor; ama derinlerde dönüşüm eksik, sorumluluk buharlaşmış, bağlam ufalanmış durumda. Bu görünürdeki bilinçlenmenin ardında yalnızca bireysel bir merak değil; yerin altında sessizce gerilen bir toplumsal fay hattı da var.
Tanıdan norm belirleyiciliğe
Psikolojiye ilginin artması, bireyin pusulasını kendi içine çevirmesiyle paralel ilerliyor. Ancak bu içe dönüş, çoğu zaman “Kendimi hangi etiketle tanımlarım” sorusuna sıkışıyor.
Tam da bu noktada, psikiyatrinin tanı sistematiğini belirleyen DSM (Diagnostic and Statistical Manual of Mental Disorders) gündeme geliyor. Başlangıçta yalnızca tanıları standartlaştırmak için hazırlanan bu el kitabı, özellikle DSM-III’ten itibaren kapsamını genişletti. Bazı uzmanların da belirttiği gibi, sıradan insan deneyimleri dahi patoloji şemsiyesi altına alınmaya başlandı.
Bu gelişmeler, psikiyatrik dilin yaygınlaşmasının ötesinde, ‘normal‘in tanımının da değişmesine yol açtı. DSM-IV’ün baş editörü Allen Frances bile bu genişlemeyi sonradan eleştirdi. DSM, sadece tanı koyan bir araç olmaktan çıkıp dolaylı olarak toplumsal normları biçimlendiren bir çerçeveye dönüştü.
Bu noktada Michel Foucault’nun ‘Deliliğin Tarihi’ bize önemli bir perspektif sunar. Foucault’ya göre delilik, yalnızca bireysel bir durum değil; iktidarın kimleri dışarıda bırakacağına karar verdiği bir sınır çizimidir. Günümüzde ‘akıl sağlığı yerinde olmayan’ tanımlamaları, giderek daha nötr ve yaygın ifadelerle ‘norma uygun olmayan‘ biçiminde karşımıza çıkıyor. Psikolojik etiketler, artık kimliğimizi değil, sistemle ne kadar uyumlu olduğumuzu gösteren dijital onay mühürleri gibi çalışıyor.
İç gözlem mi, içerik başlığı mı?
Bu toplumsal dönüşüm yalnızca tanı sistemlerini değil, kişisel anlatıları da etkiledi. Freud’un analiz koltuğunda başlayan iç yolculuk, bugün story’lerde ‘Travmamla barışıyorum‘ ya da YouTube’da ‘Özgüven geliştirmenin 10 yolu‘ gibi başlıklara evrildi.
Psikolojik kavramlar artık içsel derinliğin değil, kimlik kurmanın ve içerik üretmenin hammaddesi haline geldi. Ancak Ernest Becker’in uyardığı gibi, bir kelime ne kadar çok dolaşırsa anlamı o kadar silikleşir. Örneğin borderline kişilik bozukluğu gibi klinik olarak karmaşık yapıların sosyal medyada yalnızca ‘duygusal iniş çıkış‘ gibi yüzeysel biçimlerde sunulması, hem tanıyı gerçek anlamda taşıyan bireylerin deneyimini gölgeler hem de psikolojinin etik zeminini zorlar.
Edebiyatın sunduğu anlatı olanakları burada kıymet kazanır. Virginia Woolf’un ‘Mrs. Dalloway’inde Clarissa, dışarıdan yalnızca ‘duygusal olarak mesafeli‘ görünür, ama içinde savaş sonrası yıkım, sınıf çatışmaları ve kadınlığın tarihsel yalnızlığı yankılanır. Kafka’nın karakterleri ise bir psikiyatristin vaka dosyası değil; sistemin ağırlığında ezilen ruhların sessiz ağıtlarıdır. Her yalnızlık bir hastalık değildir, kimi zaman bir çığlık değil, sessiz bir isyandır.
Etiketle tanımlanan ilişkiler
İlişkiler alanında da psikoloji dilinin yüzeyselleşmiş versiyonları giderek yaygınlaşıyor. ‘Narsist partner’, ‘kaçıngan bağlanan sevgili’, ‘bağımlı ilişki‘ gibi ifadeler, karmaşık duygusal süreçleri tek kelimeye indiriyor.
Ancak Erikson’un gelişim kuramı bize şunu hatırlatır: Sağlıklı ilişkiler hem duvar hem pencere ister. İlişkilerde yaşanan fedakârlıkların her biri patolojik bir bağlanmanın sonucu değildir; bazen sevginin, bazen de yaşamın getirdiği zorunlulukların yansıması olabilir.
Aynı şekilde, bir işyerinde mobbinge maruz kalan birinin işi bırakmaması da her zaman özgüvensizlikle açıklanamaz. Belki çocuğunun okul taksisi, belki de kredi borcu vardır. Bronfenbrenner’in ekolojik sistemler kuramı, bireyin davranışlarını sadece içsel bir süreç olarak değil; çevresel faktörlerin bir yankısı olarak okumayı önerir. İnsan davranışı çoğu zaman yalnızca iç sesin değil, dış baskının da ürünüdür.
Kendi kendinin terapisti olmak
Bireysel sorumluluğun öne çıkarıldığı günümüzde, kişi yalnızca duygularını değil; çözüm yollarını da kendi omzuna yüklemek zorunda kalıyor. ‘Kendini sev‘, ‘Kendine şefkat göster’, ‘Kendin için ayağa kalk‘ gibi ifadeler, ilk bakışta destekleyici görünse de yapısal sorunları bireysel eksiklik gibi sunma riskini taşıyor.
Deleuze ve Guattari’nin ‘Anti-Oedipus’ta belirttiği gibi, klasik psikanaliz çoğu zaman arzuları bastırarak bireyi sistemin kalıplarına uygun hâle getirir. Bu durum, psikolojinin özgürleştirici değil, hizaya getirici bir araç gibi algılanmasına neden olabilir. Eva Illouz’un da vurguladığı gibi, duygular bireysel değil; kültürel ve ideolojik olarak inşa edilir. Yani iç dünyamıza dair dil, çoğu zaman kolektif bir anlatıdır.
Travma her zaman bireysel bir kriz değildir, bazen doğrudan sistemin ürünü, yapısal şiddetin yankısı olabilir. Gerçek iyileşme yalnızca içe dönerek değil; başkalarının deneyimini, sosyal adaletsizlikleri ve dış koşulları fark ederek başlar.
Etiket patlaması
Türkiye’de psikolojik kavramlara ilgi büyük. ‘Travma’, ‘öz şefkat’, ‘tetiklenmek’, ‘anksiyete‘ gibi kavramlar artık gündelik konuşmanın sıradan parçalarına dönüştü. Ancak bu farkındalık, çoğu zaman sosyal medyada süzülen bir film karesi gibi kalıyor: Görüntü net, ama altı boş.
Birçok kişi, “Ben böyleyim çünkü çocukluğum böyleydi” diyerek etiketlere tutunuyor. Bu durum, değişimin yükünden kaçmak için rahat bir açıklama sunabiliyor. Melanie Klein’ın ‘paranoyak-şizoid savunma‘sını andırır biçimde, sorumluluk dışsallaştırılıyor; birey dönüşümden ziyade, kendini sabitlemeye yöneliyor.
Bazı terapistlerin de bu popüler dile zaman zaman fazla yakın durması, etik sorunlar yaratabiliyor. Bilgi eksikliği ya da danışanı elde tutma kaygısı gibi nedenlerle hızlı tanılar koymak, terapiyi bir dönüşüm alanı olmaktan çıkarıp tekrarın sahnesine dönüştürebiliyor. Susan David’in dediği gibi: Farkındalık harekete geçmiyorsa, sadece zihinsel bir geviş haline gelir.
Bunun yanında terapiye erişim zorlukları, bilgi eksikliği ve yüksek maliyetler Türkiye özelindeki tabloyu daha da karmaşıklaştırıyor. Sonuçta, insanlar çoğu zaman yanlış etiketlerle donanmış, değişmeyen ama kendini sürekli sorgulayan bir ruh hali içinde kalıyor.
Tanıdan anlamaya
Psikoloji, yalnızca bireyin iç dünyasını anlamanın değil; aynı zamanda dış dünyanın adaletsizliklerine karşı duyarlılık geliştirmenin bir yoludur. Etiketler sınır çizer, ama o sınırların dışında kalan herkesin dinlenmeye değer bir hikâyesi vardır.
İyi bir terapist yalnızca tanı kriterlerine değil, Shakespeare’in vicdan sorgularına, Dostoyevski’nin çöküşlerine, Woolf’un benlik arayışına da kulak verebilmeli. Çünkü insan yalnızca davranışsal bir varlık değil; çelişkilerle örülü, anlam arayan bir canlı.
Terapist eğitimi yalnızca klinik bilgiyle sınırlı kalmamalı; sosyoloji, etik, tarih, sanat ve kültürel psikoloji gibi alanlarla da beslenmeli. Irvin D. Yalom’un dediği gibi, “Bilgiye sahip olmak başka; bilince sahip olmak bambaşkadır.”
Daha az etiket, daha çok bağlantı
İnsan ruhu bir kutu değil, bir evrendir. Onu birkaç etiketle tarif edemeyiz. Daha az etiket, daha çok empati. Daha az genelleme, daha çok bağlam. Daha az ‘kim, ne’, daha çok ‘neden, nasıl’. Çünkü ruh yalnızca tanımlanmak için değil, anlaşılmak, dönüşmek ve başka ruhlara dokunmak için vardır.