Yeni kitabı ‘Bize Yeni Bir Söz Lazım’da, Türkiye için yeni bir siyaset arayışına katkı sunan Bekir Ağırdır’la konuştuk, güncel gelişmelerin dışına çıkarak büyük resmi anlamaya çalıştık.
ZEYNEP GÜVEN ÜNLÜ
@zeynepguvenunlu
Kitapta en sade bir biçimde konuşmaya başlamamız lazım diyorsunuz. Ama bir yandan da çok gürültü var. Konuşmadan önce susmak mı gerekiyor acaba?
Doğru. Şirketler için pazarlama, partiler için de kampanya, genel anlamda bir fikri yaymaktan bahsediyorsak susup dinleme vakti. Çünkü kamera ve mikrofon artık şirketin patronun ya da liderin elinde değil, herkesin elinde. Siz bir şey anlatıyorsunuz, karşınızdaki insan da hayır öyle değil böyle diyor.
Eskiden Milli Eğitim bakanlığı, yurttaşları ya da çocukları ne öğrensin istiyorsa eğitimi ona göre kurguladı. Resmi bir tarih anlatısı vardı. Şimdi herkes anneannesinin sandığından çıkan hikayeleri anlatıyor. Böyle bir dünyada tek taraflı iletişim çalışmıyor.
Ama bir yandan da örgütsüz bir toplum burası. Halbuki bizim birçok meselemiz var ki bireysel hayatlarımızdan değil ortak hayatın üzerinden çözmemiz gerekiyor.
Nasıl sorunlar?
Bireysel hayat üzerinden mesela, gelir gider dengesi gibi hanemizin geçimiyle ilgili meseleleri çözebiliriz ama eğitim, güvenlik, asayiş gibi sorunları çözemeyiz. Onlar için sınıfsal, ideolojik ya da kimlikler üzerinden birtakım örgütlenmelere ihtiyaç var. Aksi halde 85 milyon bireysel olarak konuştuğunda gürültü olabiliyor.
Bir yandan örgütsüz, dağınık diğer yandan kutupların tek ağızdan konuştuğu kendi kamplarına çekilmiş bir toplum…
Türkiye’de farklılıklar hep vardı, tarih boyunca vardı. Etnik, kültürel, siyasi… 70 yıllık çok partili hayatımızda da vardı. Türkiye’de kendini mağdur hissedenler, Kürtler, Aleviler, solcular, muhafazakarlar, kadınlar… Gerilim esas olarak kendini mağdur hissedenlerle devlet arasında yaşanıyordu. Ama bu kez farklı bir durum var.
Artık Kürtlerin derdi yalnız devletle değil, Türklerle de karşı karşıya geliyor. Aleviler yalnızca devletle değil Sünnilerle de gerginlik yaşıyor. Dolayısıyla yeni bir uzlaşma alanı üretemiyoruz. O nedenle bir durup birbirini dinlemek ihtiyacı var.
Öte yandan önümüzde çok önemli bir seçim var. Kim, her ne yapacaksa bir an önce yapmalı gibi bir hava içindeyiz.
Ama bakın orada çok temel bir problemimiz var. Bizde ne yazık ki siyaset o gitsin bu gelsin üzerine yürüyor. Halbuki siyaset sorun çözmekle ilgilenmeli. Müzakereye, yani birbirimizi ikna etmeye ihtiyacımız var.
Şimdi 2023 seçimlerine giderken de, muhalefetin en büyük zaafı meseleleri öne koymaktan daha çok yine Tayyip Erdoğan karşıtlığı, iktidar karşıtlığı yapması. Oysa iktidar karşıtı olmak yetmiyor muhalefete.
Evet muhalefet 2023’e giderken kendince bir şeyler yapmaya çalışıyor ama seçime birkaç ay kala, ekonomik krizle, pandemiyle, hukuksuzlukla adaletsizlik ve keyfi yönetimle, en önemlisi de 20 yılın yorgunluğuyla çoktan ‘gidiyor olması gereken’ iktidar hala iddiasını koruyor.
Tereddütsüz bütün toplumun “Tamam ya iktidar değişiyor” demesi lazım. Ama böyle bir duygu yok sokaklarda. Demek ki bir şey eksik.
Bu noktada ‘yeni bir söz’ gerektiğini söylüyorsunuz. Neyi kastediyorsunuz?
Sözün iki anlamı var burada. Birincisi şu, tam biraz önce sözünü ettiğim şey Türkiye’nin geleceğine dair bir söz, vizyon olması lazım. Sadece bir projecilik ya da vaatten beslenen bir söz değil.
Bu ‘yeni söz’ bir reklamcının ya da iletişimcinin yazacağı slogan da değil. Bu sözü tartışmamız lazım, ortak sözü bulmamız lazım. Çünkü en doğru cümleyi bile kursak toplum buna dahil olmadığı sürece işlemiyor.
Elimizde çok iyi bir örnek var Şili. Yani bakın Şili’de üçte iki oyla iktidar değiştirdiler. Siyasal bilim insanlarına göre dünyanın en ileri anayasa metni denen metni yazdı kurucu meclis. Ama halk reddetti. Çünkü halk dahil olamadı tartışmaya.
Yeni söz söylemek için birikimimiz var
Bunun için insanlığın evrensel kazanımları var, bizim 12 bin yıllık Anadolu tarihimizin birikimi var. Bunlar yokmuş gibi biz söz aramaya gerek yok. Tartışarak bu ortak hedefi, hayali, ufku ortaya çıkarmamız lazım.
O yüzden kast ettiğim şey bir süreç aslında. Tabii ki dünyanın gidişatını da dikkate almak gerekiyor. Dünya bir yandan çağ değiştirmeye uğraşıyor. Endüstriyel üretimin ağırlığı, Çin’e Asya’ya kayıyor ama elimizdeki bütün kurumlar kurallar Batı egemenliğine göre kurulu.
Hem çağ değişimi gibi daha büyük bir hikayenin hem de güncel dönüşüm kavgasının göbeğinde Türkiye.
Batı yaşlandı, duygularını kaybetti filan ama orada hala kurumlar ayakta. Doğu ise kuralların değil gücün geçerli olduğu bir hayat var.
Türkiye dönüşüm kavgalarının dengesi olabilir
Şöyle bir metafor kullanabiliriz. Feodal dönemin kalelerini hatırlayın: İçeride kurum ve kurallarıyla bir hayat sürer, dışarıda köylüler o kalenin ihtiyacı olan patatesi, buğdayı üretir.
Türkiye, kalenin içinde olup Batı’ya Batı’nın bu yaşlanmışlığına robotikliğine can üfleyen bir ülke olabilir ve sözünü ettiğimiz bütün dönüşüm kavgalarının dengesi olabilir. Yahut dışarıda kalır ve gücü gücüne yetenin galip geldiği bir hayat hakim olur.
Bütün bunlar konuşamıyoruz, cumhurbaşkanı adayı kim olacak, Tayyip Erdoğan’ı kim yenecek bunları konuşuyoruz. Hayatımız bu kadar basit değil ne yazık ki.
Yeni üretilecek sözün orkestrasyonunu siyasetin mi yapması gerekiyor?
Kesinlikle siyasetin yapması gerekiyor. Peki nerden başlayacağız, diye soruyorlar. Yapabilme gücüm olsaydı daha birinci gün siyaseti düzenleyen bütün yasaları özgürleştirirdim.
Siyasi partiler yasasını, dernekler, vakıflar kanununu hak ve protesto gösteri yürüyüşleri kanunu, polis vazife selahiyetleri kanununu, yani siyasi alanı daraltan, kısıtlayan bütün kuralları açardım. Ki herkes örgütlenebilsin ve örgütlülüğü üzerinden kendi ihtiyaç, talep ve hayallerini dinlendirebilsin. Bunun başka bir yolu yok ancak böyle uzlaşma üreteceğiz. Birbirimizi dinleyerek. Dinlerken hem bir yandan birbirimizin hayallerini öğreneceğiz hem birbirimizin acılarını öğreneceğiz, yaralarını saracağız.
Efendim bu toplum bunları istiyor mu, bu toplum liderci filan deniyor. Bütün bunlar efsane ve palavra. Bu toplum bunları istiyor.
Bunu neye dayanarak söylüyorsunuz?
‘Türkiye’de insanlar belirsizlik koşullarında ne yapıyor, savunma stratejisini nasıl kuruyor ve kurumlardan, kurallardan ne bekliyor’ diye araştırmalarımız var. Yüzde 85, ne olması gerektiğini ve bunların kurum ve kurallara bağlı olması gerektiğini biliyor. “Peki bugün Türkiye’deki durum böyle mi” diye sorduğumuzda sadece yüzde 20’si “Evet” diyor.
Demek ki 40 milyon insan ne olması gerektiğini biliyor ama bu yok diye başka türden pozisyon alıyor çünkü buna göre pozisyon aldığı zaman canı yanıyor.
Kadınlar, İran’da yaşananlara destek olmak için sokağa çıktığında şiddet görüyor. O zaman mecburen evinde oturuyor. Evinde oturup oturmadığına bakarak Türkiye toplumu demokrasi istiyor mu istemiyor mu tartışmasını yapmak abes.
Gençler politik ama örgütlü değil
Gençlerin siyasete ilgisi hakkındaki araştırmalar ne söylüyor?
Bizim anladığımız anlamda particiliğe ilgileri çok düşük. Yüzde 90’ı örgütlü anlamda bir protesto eylemine bile katılmamış. Ama yardım toplama, imza toplama gibi eylemlere bireysel olarak katılmış. Demek ki bir şeye müdahil olmayı bilmiyor değiller. Ama bugün önlerine konan particiliğe de itirazları var. Ya da o kalıp onlara yetmiyor.
Üçte ikisi, bugünün siyaset anlayışının ya da mevcut partilerin ülkenin sorunlarını çözebileceğine inanmıyor.
Yarıya yakını da “Bu partilerin hiçbirisine oy vermem” diyor ya da “Şimdilik kararsızım” diyor.
Örgütlü değiller ama bireysel olarak Kuzey ormanları savunması, Kaz dağları savunması gibi yerlerde müthiş bir çaba içindeler.
Özellikle yerelde, somut bir problemle ilgili hızlıca bir araya gelip inisiyatif alabiliyorlar. Bu sokak hayvanlarını beslemek de olabilir, mahallede bilgisayarı olmayan üç çocuğa bilgisayar almak da. Kocaman tabelalı mekanları yok, başkanları, yönetim kurulları yok ama aslında onların daha geniş anlamıyla anladıkları hayatın her alanındaki siyaseti kendilerince üretmeye çalışıyorlar.
Yasal imkanlar olmadığı için de çok sessiz sedasız yapıyorlar. Biz oradan bakarak ‘ya gençler apolitik’ filan gibi efsane üretiyoruz.