BAHADIR KAYNAK
bahadir.kaynak@altinbas.edu.tr
Tamam, kabul ediyorum ki Carter benzetmesi ABD Başkanı Biden için biraz zorlama oldu. Ayrıca kendisi çaylak diyemeyeceğimiz kadar deneyimli bir siyasetçi. Lakin geçen hafta itibariyle görevde ilk senesini tamamlayan Biden’ın iş sonuçları itibariyle tüm zamanların en büyük hayal kırıklığı ABD Başkanı ile karşılaştırılması pek de abes olmasa gerek. Ekonomiden dış politikaya Trump sonrasında büyük bir gelişme bekleyenler sanırım umdukları karşılığı tam olarak bulamadılar.
Öncelikte teşbihimize kendisine benzetilenle, 70’lerin çabuk sönen umudu Carter’la başlayalım. ABD, Vietnam’dan küçük düşürücü bir geri çekilme ve Watergate gibi skandalların ardından Nixon’un istifasıyla Ford’un Başkanlığında 70’li yılları yarılamıştı. Bir yandan petrol ambargosu sonucu ekonomik koşullar bozulmaya başlamış, diğer yandan Amerika’nın yenilmezliği mitosu küçük bir Asya ülkesinin dirençli savaşçıları karşısında çizik yemişti. Dünya kamuoyundaki moral üstünlüğünü de yitiren ABD için Carter gibi genç ve ilkeli siyaset yapma hedefindeki bir siyasetçi biçilmiş kaftan gibi duruyordu. Amerika’nın sırf komünizm karşıtı oldukları için destek verdiği üçüncü dünya diktatörlerinden desteğini yavaşça çekecek, insan haklarını dış politikanın temel ilkeleri arasına koyacaktı. Böylece Batı kamuoyunda dipleri gören imajı kurtaracak ve Amerika’yı yeniden özgürlüklerin savunucusu dünya lideri konumlandırmasına kavuşturacaktı.
Böylesine iyi niyetlerle, güç zamanlarda başlayan Carter başkanlığı baştan sona hayal kırıklıkları ile geçti ve öyle sonlandı. ABD’nin özgürlükler ve demokrasi lehine ilkeli bir dış politika taahhüdü gerçeklerin kayalıklarına çarparak parçalandı. Vietnam’daki kaybın üzerine ABD, Orta Asya’da, Afrika’da ve Latin Amerika’da Sovyet etki alanının genişlemesi karşısında etkisiz kaldı. En büyük kayıpsa, ‘Körfez bölgesinin polisi‘ olarak tayin edilen İran’daki Şah rejiminin çöküşü ile yaşandı. Humeyni’nin liderliğindeki devrimci idare ile kurulmaya çalışılan politik köprü, rehine krizi ile geri dönülemez bir faciaya dönüştü. Bir buçuk seneye yakın rehin tutulan elçilik görevlileri ancak Reagan’ın göreve başladığı yemin töreni ile serbest bırakıldı.
Ekonomi cephesinde ise 70’li yılların sonunda ABD’de enflasyon zirve yaparken, İran Devrimi sonrası ikinci sıçramayı yapan petrol krizinin etkisiyle yokluklar ve kuyruklar döneme damgasını vurdu. İkinci dönemi için seçmenden onay almaya soyunan Carter’ın kucağında bundan dolayı dış politikadaki çuvallamaları da gölgede bırakan bir iktisadi çöküşün yükü vardı.
Günün sonunda Carter, ABD’nin dış politikadaki ve ekonomideki gücünü heba eden, iyi niyetine rağmen yönetme becerisi sınırlı bir siyasetçi olarak kayıtlara geçti. Daha sonra siyaset sahnesinde aktif olması, 70’li yılların sonundaki sıkıntılı dönemin etkilerini silemedi. ABD toplumun böylesine zayıf bir liderliğe tepkisini iyi tartan Cumhuriyetçilerin adayı Reagan, seçim kampanyasını da ondan sonraki politikalarını da Amerika’nın gücünü yeniden tesis etme üzerine kurdu. Soğuk Savaş sona ererken, detant politikalarını reddedip Afganistan’ı da işgal etmiş olan Sovyetler Birliği’ne açıktan meydan okuması, Brandenburg Kapısında Gorbaçev’e, “Eğer barış ve refah istiyorsanız bu duvarı yıkın” diye tarihi diklenmeleri, Carter döneminin zaaflarını daha da belirgin hale getirdi. Yönetenlerin zayıf görünmesi, birçok toplum gibi Amerikalıların da kabul göstereceği bir durum olamazdı. Sonunda Reagan, Soğuk Savaşı zaferle sona erdiren muzaffer devlet adamı olarak kayıtlara geçerken, Carter ondan önce gelen silik bir gölge olarak kalmaktan, etkisiz Amerikan liderliği için kötü bir örneğe dönüşmekten kurtulamadı.
Bugün Biden’ın Başkanlığının ilk yılı sona ererken Carter örneğinin hatırlanmaya başlanması bu bakımdan pek hayra alamet olmasa gerektir. Nasıl ki Carter, Nixon sonrası Ford geçiş döneminin üstüne büyük umutlarla geldiyse, Biden da Trump’a karşı oluşan toplumsa tepkinin bir ürünüydü. Kutuplaşan Amerikan toplumunda nobran siyaset yapma biçimine, kurumların erozyona uğratılmasına ve tek kişinin keyfi yönetimine karşı bir cevap olarak farklı kesimlerden destek buldu. Biden’ın 70’li yıllarda Vietnam ve Watergate travmalarından çıkmış Amerika gibi çok ağır darbelerle yüzleşmesi de gerekmiyor. Salgının zamana yayılan ekonomik etkileri bir yana bırakılırsa, ABD küresel liderlik pozisyonunu sürdürecek imkanlara sahip hem ekonomik hem de askeri üstünlüğünü koruyan bir güç. Bununla beraber son bir senede ortaya çıkan resim bu potansiyelin karşılığını tam olarak veremedikleri kanaatini doğuruyor.
Haziran ayında NATO zirvesinde verilen birlik, beraberlik mesajları Trump sonrası Atlantik’in iki yakası arasında soğukluğun giderilmekte olduğu izlenimini uyandırmıştı. Ancak daha sonra AUKUS meselesinde Fransa’yla yaşanan sorunlarda görüldüğü gibi aslında Avrupalı müttefikler ile ABD arasında üslup sorunun ötesinde somut çıkar ayrışması olabileceğini ortaya koydu. Kıta Avrupası’nın NATO dışında kendi savunma örgütünü kurma hayalinin henüz çok uzağında olduğumuz açık ama Atlantik’in iki yakası arasındaki görüş farklılıkları baki.
Yazın sonuna doğru daha önceden planlandığı üzere gerçekleştirilen Afganistan’dan çekilme operasyonu ise tam bir halkla ilişkiler faciasına dönüştü. Zaten yirmi sene büyük maliyetlerle elde tutulan ülkenin sanki bütün bu süreç hiç yaşanmamış gibi Taliban’a teslim edilerek geri dönülmesi zorlu bir manevraydı. Bu yapılırken Amerika ile çalışan yerel halkın Taliban’ın insafına bırakılması, bilhassa havalimanında yaşanan can pazarı görüntüler dünyanın en büyük gücüne pek de güvenilmemesi gerektiği mesajını tüm dünyaya verdi.
Ukrayna’da yaşanan krizin ise Washington tarafından nasıl bir sonuca bağlanacağını henüz göremiyoruz. Bir yandan Zelensky yönetimine verilen gazla Rusya’yla çatışma durumuna gelmesinde ön ayak olundu ama Putin’in karşı hamlesi sonrası ne yapılacağı konusu şu aşamada belirsiz. Şu anda Biden Rusya’nın Ukrayna’yı işgalinin büyük ihtimalle gerçekleşeceğini ve bunun karşısında Batı ittifakının hep birlikte yaptırımlara yönelmesi gerektiğini söylüyor. Bu davranış, müstakbel bir müttefikin arkasında durmaktan çok Ukrayna’yı yem olarak kullanıp sonuçlarından faydalanmaya çalışmaya benziyor. Neticede ABD, Ukrayna’nın zarar görmesini engelleyemeyecek ama Putin’i daha fazla sıkıştırmak için artan gerginliği kullanmış olacak.
Oysa bu durum ABD’nin küresel siyasette dediğini yaptıran egemen bir güç olmaktan ziyade, savrulmalar yaşayan güvenilmez bir oyuncu imajını güçlendiriyor. Aynı Carter zamanındaki gibi ABD, aslında potansiyelinin gereğini yerine getiremeyen, yükselen diğer güçler karşısında gerileyen bir lider gibi görünmesine sebep oluyor.
Ekonomi bacağında da tıpkı 70’lerin sonunda olduğu gibi Amerikalı seçmenin canını sıkacak gelişmeler sürüyor. Her ne kadar ABD’nin son on yılların en yüksek büyümesini yakaladığı söylense de bu durum, salgının ilk yılındaki küçülmenin yarattığı baz etkiden kaynaklanıyor. 70’lerden beri görülmemiş bir enflasyon dar gelirli Amerikalıların alım gücünü erozyona uğratmaya devam ediyor ve Wall Street’i ürkütmekten çekinen ekonomi yönetimi sorunun üstüne tam gidemiyor. Biden ise konuyu gündeme getiren gazetecilere kameralar önünde hakaret etmekle yetiniyor.
Neticede kırk yıl sonra birçok koşul değişmiş olsa bile Biden da ilk yılının sonunda Carter yönetimini andıracak zayıflıklar gösteriyor. Üstelik bunu, taşımak zorunda olduğu yaşlı, zihinsel yetkinliklerini yitirmekte olan siyasetçi imajı bir yük olarak üzerindeyken yapıyor. Önümüzdeki birkaç yıl da bu çizgide devam ederse Cumhuriyetçi Parti’nin 80’lerin Reagan’ı gibi, toplumdaki güçlü lider arayışına cevap verecek bir adayı bulup çıkarması güç olmayacak. Bu rol için de eski dostumuz Trump’un pek hevesli olacağını herhalde tahmin edebiliriz.