
H. AYHAN TİNİN
Sanat da var / Sinema
insanatinart@gmail.com
İki bahar önceydi.
Çardağın altında oturmuş bir şeyler çiziktirirken Tayfun aradı. Hemen söze girdi. Hep öyle yapar. “Sana bir kitap önereceğim, ‘Uygarlıkların Batışı’ mutlaka oku, üzerine konuşalım”.
Başkalarının hayatlarını konuşmak için değil, önemsediği bir kitabı paylaşmak için kaç kez telefon aldınız bir dostunuzdan?
Nerden mi aklıma geldi?
Bugün Maarif Vekaleti’nin kuruluş yıldönümü. Bilinen adıyla Millî Eğitim Bakanlığı. Kuruluş amacı, eğitim ve öğretimi ülkenin vizyonu ve gereksinimleri doğrultusunda düzenlemek.
Son 40 yılda, “Ben okurken çok sıkılıyorum. Uykum geliyor. Okuyamıyorum, izlemek daha kolay…” cümlelerini; mesleğimi yaparken binlerce kez duymuş biri olarak, bir kitap önerisi telefonu almak, çölde vahayla karşılaşmak gibi.
Sonuç şu: İki bilinmeyenli denklemlerdeki öğretim başarımızı OECD istatistiklerinden takip etmek mümkün. Ancak görünen o ki doksan sekiz yılda toplumun çoğunluğu kültürel boyutta eğitim alamamış.
O zaman da kitap okumamakla; 18 gün sokağa çıkmama yasağında kendi vatandaşlarını, ülkesinin ekonomisini, çocuklarının okulunu, işini yapamadığı gibi evine ekmek götüremeyen on binlerce sanatçıyı düşünmeden yasaklara uymamak arasında hiçbir fark yok.
Ve yine o halde; birçok sanat dalında olduğu gibi tiyatroların, tiyatro sanatçılarının da iki yıldan bu yana gelir elde etmeden, kiralarını ödeyemeden hayatta kalmaya çalışması da toplum vicdanında bir yara açmıyor.
Aslında baharı yazmak için oturmuştum yazının başına…
Ülkemizin bir zamanlar, “Yaşar Ne Yaşar Ne Yaşamaz” diye tanıdığı, Saint Joseph lisesini bitirdikten sonra zor yolu seçen, kariyerini çok uluslu şirketlerin masalarında çok sıfırlı maaşlarla değil, tiyatro sahnelerinde arayan Mehmet Keskinoğlu’ndan bahsedecektim. Ünlü romancımız Reşat Nuri Güntekin’in kızıyla evliliğinden, Sevgi Soysal’ın “Yürümek” romanından…
Bilmiyorum bu isimleri şimdi kaç kişi anımsıyor?
Öğretim müfredatın verilmesi, eğitim ise hayatın içinde evrensel değerlerle nasıl durulacağı ilgili katkı sağlamaktır insanlara…
Yalnızca tüketmek için yaşamayı değil, yaşama nasıl katkıda bulunacağı konusunda ilham vermek.
Kibirli olmamayı öğrenmenin, sosyal sorumluluk projelerinden farklı olduğunu göstermek.
Sonuçlardan sorumlu olmanın, süreçlerden sorumlu olmak kadar önemli olduğunu anlatmak.
Amin Maalouf’un dediği gibi ‘Ahlâkını kaybetmiş bir dünya’da, erdemli davranmayı öğretmek.
Yeterince kirlenmiş olan yaşadığımız dünyanın ışığı, aydınlığı zannediyorum ki sanat…
Shakespeare’in dediği gibi ‘Bütün dünya bir sahne’yse eğer; kendi gerçeğimizle yüzleşmek, hayatın içinde kendi kendimize ‘cambaza bak’ oynamamak için sanata ihtiyacımız var. Bunun için önce sahnede ‘Beğendiğiniz gibi’ oyununu izlemek gerek.
Çünkü ancak o aynaya baktığımız zaman adaletli olmayı, itidalli olmayı, basiretli olmayı, mütevazı olmayı, insanları ayıplamadan anlamayı öğrenmek mümkün. Sanat ötekileştirmeden, parmağıyla işaret etmeden sosyal ortaklık kurmanın en önemli yolu… Bugün yaşadıklarımızı yine sanat sesiyle, desenleriyle, metinleriyle sahneye perdeye taşıyacak…
Yaşamını televizyonda gördüğü her şeyi ihtiyacı zannederek, satın almak için geçirmekle, Pirus zaferlerinin sarhoşluğu içinde kibir üretmek yerine; hayatın benzersizliğini savunmak arasındaki farkı anlayabilmek için eğitime ve sanata ihtiyaç var.
Bahar geldi ya…
Rozet çiçeklerini, ata tohumu domatesleri yazacaktım.
Esin Engin’in geleneksel müziklerimizle evrensel sesleri birleştirerek yaptığı denemelerden söz edecektim.
Da Vinci’yi anımsatacaktım…
Uygarlıkla, ekonomik ve teknolojik ilerlemenin aynı şey olmadığını; eğitimin olmadığı yerde sanat ve aydınlanma olmayacağını, fakat sosyal barış ve ekonomik refah da olmayacağını…
Ve bütün bu yaşadıklarımız; sanat yokmuş, sanatçılar hiç olmamış gibi davranmamız; tuhaf değil mi?
Bahar da böyle tuhaf bir mevsimdir zaten. Kapkara bir toprağın altında o çiçekler, o renkler nasıl boy verir, nasıl renklenir; asla bilemezsiniz!