BAHADIR KAYNAK
bahadir.kaynak@altinbas.edu.tr
Fransa’nın unutulmaz cumhurbaşkanı Charles de Gaulle, 1959’da Strasbourg’da yaptığı konuşmada, ‘dünyanın kaderini Avrupa’nın belirleyeceğini‘ söylemişti. Avrupa’dan kastettiği ise Atlantik’ten Urallar’a uzanan kesintisiz jeopolitik bölgeydi. Konuşmanın yapıldığı tarih itibariyle de Gaulle’ün ifadesinin bugünkünden bile tuhaf kaçtığını söylememiz gerekir. Zira Soğuk Savaş’ın orta yerinde Sovyet orduları Churchill’in ifadesiyle ‘Baltıklar’da Stettin’den Akdeniz’de Trieste’ye bir Demir Perde‘ indirmişken böylesine bir politik devamlılıktan bahsetmek akıl dışı gözükmektedir.
Ancak de Gaulle için Soğuk Savaş’ın dayattığı ve Avrupa kıtasını ortadan ikiye bölen şartlar geçicidir. Öyle ki Sovyetler Birliği sözcüğünü bile telaffuz etmeyi reddetmekte, ısrarla Rusya’yı tercih etmektedir. Zira de Gaulle’e göre rejimler geçicidir; kalıcı olan siyasi aktörler, coğrafi ve tarihsel bir bütünlük ifade eden ulus devletlerdir. Onun bu bakışının geçmişi dikkatle okumasının bir sonucu olduğunu söylemek de mümkün. 1890’lı yıllardan itibaren Fransa ile Rusya arasında kurulan ittifak ilişkisinin, iki ülkeyi her iki Dünya Savaşı’nda aynı tarafta buluşmaya ittiğini görüyor olmalıdır. Dolayısıyla Soğuk Savaş koşullarının dayattığı kopuşu kalıcı olarak algılamak de Gaulle’e göre hatalı bir siyasi analiz olacaktır.
Öte yandan, Sovyetler Birliği’nin Doğu Avrupa’da oluşturduğu tampon bölgenin, Batı dünyasıyla doğrudan ilişki kurmasını engelleyeceği açıktır. 1980’li yıllarda ekonomik kriz içindeki Moskova’nın, hem ABD hem de Batı Avrupa ile ilişkileri normalleştirmek, askeri harcamaları kısarak içerideki sorunlara eğilebilmek talebine cevabı Brandenburg kapısından zamanın ABD Başkanı Reagan verir. Arkasında duran Berlin Duvarı’nı kastederek, “Bay Gorbaçov, eğer barış ve refah istiyorsanız bu duvarı yıkın” diye seslenir. Sovyetler’in Doğu Avrupa’dan çekilmesinin önünü açan, 1989’daki Kadife Devrimlere olanak veren bu çağrıdır ve böylelikle belki de, de Gaulle’ün Atlantik’ten Urallar’a Avrupa hedefinin önündeki duvar da yıkılmış olur.
Soğuk Savaş sonrası AB’nin genişleme sürecinin Doğu Avrupa ülkelerini kapsaması, ancak Baltık ülkeleri hariç eski Sovyet cumhuriyetlerine yayılmaması, siyasi bir Avrupa Birliği fikrinin sınırlarını gösterir. Rusya’nın Avrupa bütünleşmesinin bir yerinde olabileceği pek düşünülmemiştir. Meriç nehrinin bu tarafından AB’ye bakan bizler kadar kimse herhalde bu dışlanmışlık duygusunu anlayamaz. Fakat de Gaulle’ün bu hedefi ortaya koyarkenki kastının AB (o zamanki AET) sınırlarının Urallar’a uzaması olmadığı açıktır. Siyasi bir entegrasyon sağlanmadan da bu coğrafyada rekabetin yerini iş birliğine bırakmasını istediği anlaşılabilir. Zira kıta Avrupası, ABD’nin ve onun bölgedeki uzantısı gibi gördüğü İngiltere’nin rekabetini öncelikle dikkate almalı ve göğüslemelidir. De Gaulle’ün Dünya Savaşı yıllarında sığındığı İngilizlerden pek hazzetmediği bir sır değildir. Zaten tasvir edilen Avrupa fikri Manş Denizi’nin beri tarafında başlayıp doğuya doğru uzanmaktadır ve bu bakış açısıyla tutarlı olarak de Gaulle, Britanya’nın AET üyelik başvurusunu iki defa veto edecektir.
Bu uzun tarihsel arka planın sebebi, bugünkü konjonktürün Atlantik’ten Urallar’a kadar Avrupa fikrinin önemini, imkanlarını ve önündeki önemli engelleri tartışmaya açık olması. İngiltere’nin Brexit’le kendisini Avrupa bütünleşmesinin dışına atması, de Gaulle’e mezarında şampanya patlattıracak bir gelişme olarak kayda geçirilmeli. AB’nin demografik, ekonomik ve coğrafi küçülmesine yol açan bu olay, Almanya ve Fransa’nın Birlik içerisindeki ağırlıklarını daha da artıran ve daha bütünleşik bir siyasi yapıya kapı aralayan bir gelişme oldu. Henüz ekonomik sorunlarını aşamayan, kuzeyi ve Akdeniz bölgesi, doğusu ve batısı arasındaki makası kapatamayan AB’nin düzlüğe çıktığını söylemek elbette mümkün değil. Ancak Avrupa bütünleşmesinin kıtadaki ülkelere getirdiği barış ve refahtan geri adım atılması kolay değil.
Gelelim Urallar’a, hatta onun da ötesine Rusya’nın Asya’daki topraklarına uzanan iş birliği olanaklarına. Soğuk Savaş sona ererken, tek kurşun atmadan doğu Avrupa’dan askerlerini çeken ve gönülsüzce de olsa bu bölgenin önce AB, sonra NATO şemsiyesi altına girmesine razı olan Rusların hedefi, Avrupa ile aralarındaki duvarları yıkmaktı. 90’lı yıllara taşıdıkları ekonomik çöküşün önüne geçebilmek adına Batı Almanya başta olmak üzere Avrupa’nın sermayesine ihtiyaç duyan Rusya, ancak 2000’li yıllarda ayakları üzerinde durabilir hale geldi. Bu toparlanma, yükselen enerji fiyatları kadar aralarında Türkiye’nin de bulunduğu eski düşmanları Batılı ülkelerle kurulan ekonomik ilişkiler sayesinde gerçekleşti. Soğuk Savaş yıllarında alternatif bir siyasi ve ekonomik program öneren Moskova, hızla küresel ekonomiye entegre olmaya başladı.
Bunu yaparken Rusya aralıklarla karşılaştığı jeopolitik krizlere müdahale etmekten geri durmadı. Çeçenistan, Moskova’nın en zayıf döneminde iki defa savaşmasını gerektirecek en önemli baş ağrılarından biri oldu. 2008’de Gürcistan krizinde Putin askeri güç kullanmaktan çekinmeyeceğini gösterdi ve eski Sovyet cumhuriyetlerini arka bahçesi olarak gördüğünü de tekrarlamış oldu. Öte yandan en büyük sorun 1991’de bağımsızlığını hazanmış Ukrayna’nın giderek Batı blokuna doğru uzanan yolculuğuydu. Doğu Avrupa ülkelerinin kendi kontrolünden çıktıktan sonra bilhassa NATO’nun şemsiyesi altına girmesi, aynı senaryonun tekrarlanacağını düşünen Rusların kabusuna dönüştü. Böylelikle 2014’teki Euromaidan sonrasında Rusya, Karadeniz’in kontrolü açısından stratejik öneme sahip Kırım yarımadasına ve Rus azınlığın yaşadığı Donbas’a el attı. Minsk protokolleri bu durumu tescilleyen ve çatışmanın tırmanmasını engelleyen bir belgeydi. Elbette mevcut durumun Ukrayna’nın toprak bütünlüğüne halel getirdiği ve uluslararası hukuka aykırı olduğu söylenebilir. Ayrıca Moskova’nın Ukrayna’nın NATO üyeliğine koyduğu şerhin başka bir ülkenin egemenlik haklarını ihlal olduğu iddia edilebilir. Ancak Finlandiyalaştırma diye de adlandırılabilecek bu durumun Batı ile Rusya arasında sürdürülebilir bir jeopolitik denge kurmanın ön koşulu olduğu görülüyor. NATO üyesi bir Ukrayna, Rusya için varoluşsal bir tehdit olarak algılanıp, Soğuk Savaş’ı sona erdiren siyasi tavizlerinin bir kez daha suiistimal edildiği düşüncesini doğuracaktır.
ABD ve İngiltere’nin başını çektiği şahinler kanadının Ukrayna’da çatışmacı bir tutumu benimsemesinde şaşılacak bir taraf yok. Bu iki ülke NATO’nun güvenlik şemsiyesini doğuya itmeyi sürdürerek, potansiyel rakipleri daha da zayıflatmayı ve marjinalize etmeyi çıkarlarına uygun görüyorlar. Ayrıca jeopolitik gerginlik, Rusya’nın kıta Avrupası ile ilişkilerini zehirleyip, Atlantik’in iki yakasının siyasi hakimiyetini pekiştirecek bir gelişme. Buna karşın Fransa ve Almanya Atlantik’ten Urallara uzanan bir ekonomik iş birliği imkanını ellerinden kaçırmak istemiyorlar. Soğuk Savaş’ın sona ermesiyle birlikte adım adım inşa edilen ekonomik ve siyasi bağların yeni bir krizle gerilmesini arzulamıyorlar. Dolayısıyla 2015’te Minsk’te varılan krizi dondurma halinin devam ettirilmesi, hem Paris’in hem de Berlin’in tercihi. Bu durum, Ukrayna’nın toprak bütünlüğünün ihlalini kalıcı hale getirecek ama AB’nin devleri için bu ödemeye hazır oldukları bir bedel. Rusya’nın işgal ve ilhakının kabul göreceği anlamına gelmemekle beraber Fransa ve Almanya’nın şu aşamada gerginliği tırmandırmayı çıkarlarına görmedikleri anlamına geliyor.
Bizim durumumuz da kaba bir bakışla Atlantik kanadından çok kıta Avrupası ile benzerlik gösteriyor. Rusya ile iş birliği alanlarımız kadar Ukrayna ile daha da geliştirilmeye çok müsait ortaklığımızı koruyabilmek adına meselenin askerileşmemesinde büyük faydalar var. De Gaulle’ün vizyonu, Türkiye’yi de kapsayan geniş bir ekonomik ve siyasi dayanışmayı öngörüyordu. AB perspektifinin zayıflamış olması, bu bölgedeki iş birliği alanlarının ortadan kalktığı anlamına gelmiyor. Ukrayna krizinin güneyimizdekini mumla aratacak bir enkaz yaratmaması için de Gaulle’e kulak vermekte fayda var.