MURAT SEVİNÇ
Klavyenin başına oturdum. Bugüne dek Diken için kaleme aldığım en uzun makaleyi yazıp bitirdim. Sayfalarca. Son 13 yılın ölümlerini, sorumlularını ve pişkinliklerini anlatmaya çalıştım.
Yazı uzadıkça, aslında içimdekileri anlatmadığımı fark ettim. Bu nedenle uzuyordu. Uzadıkça daha kötü hissediyordum. Anlatmak istediğim başka bir şeydi ve gevezelik yapıyordum sanırım. Ne siyasal açmazlara, ne iktidar partisinin saçmalıklarına, ne dâhiyane dış siyaset tercihlerinin sonuçlarına, ne seçimlere, ne faşizan uygulamalara, ne Anayasa/hukuk ihlallerine, ne HDP’ye yöneltilen ırkçı ve ahlaksız saldırılara değinmek istiyordum aslında.
Memlekette her şey herkesin gözü önünde oluyor ve ben zaten her birimizin farkında olduğu onlarca somut gerçeği, bir kez daha özetlemeye çalışıyordum. Kızgınlıkla. Saatlerce. Uzun uzun. Sonra baktım olmuyor, sildim tümünü. Ve yeniden, bu kez asıl derdimin ne olduğunu anlatmayı deneyerek başladım yazmaya. İçimdekini anlatmayı denemeliyim sanırım, boş laf etmeyi değil.
Ben tümüyle şans eseri orada değildim
Hissettiğim, yalnızca öfke değil. Hatta belki öfke de değil. ‘İnanamazlık’ duygusu hiç değil. Faşizmin, şiddetin, şunun bunun ne olduğunu, doğrudan tecrübe edenlerden olmasam da, iyi kötü bilenlerdenim. Okuyarak, yazarak, anlatarak…
Başka bir şey hissediyorum Cumartesi sabahından şu ana dek. Cumartesi güzel, aydınlık bir gün başlangıcıydı bizim Ankara’da. Pazar günü sıcak, boğucu, karanlık ve kasvetliydi. Bugün fakültede hiç kimse gülmüyor, doğru dürüst konuşmuyordu. Çevremdeki herkes, o gün tam da o noktada olabilirdi. Çoğu oradaydı da. Sevdiklerimin hemen hepsi, o mitingdeydi. Bombanın patladığı yere biraz uzaklıkta. Ya da ulaşmak üzereydiler. Ben tümüyle şans eseri orada değildim.
Cuma günü, bahçemizde konuşulmuştu miting. Kimi erken gideceğini, kimi Sıhhiye’de katılacağını söylüyordu. Hiçbirinin, hiç kimsenin aklına bombalanmak gelmiyordu. Bizim gibi, yaşamını berbat ihtimaller üzerine konuşarak geçirenlerin hiçbiri, bir bomba olasılığını konu dahi etmemişti. Yüzlerce otobüsle güle eğlene gelen insanlar da hiç düşünmüyordu belli ki. Belki de adı ‘barış mitingi’ olduğu için mi? Bilemiyorum.
Ankara’nın hüzünlü Gar binasının önü kıpkırmızı
Cumartesi sabahı. Ankara’da, ‘barış’ talep etmek için toplandı on binlerce yurttaş. Ankara’da adettir, 1 Mayıs gibi kitlesel gösterilerde de Gar önünde toplanılır ve Sıhhiye’ye yürünür hep birlikte. Şarkı türkü söyleyerek, sloganlar eşliğinde. Katılımcıları tanır ya da tanımazsınız. Buna mukabil, hepsi ‘bizim arkadaşlar’dır. Benzer dünyaların, güzel düşleri olan insanları. Yaşam hakkı için, barış hakkı için, anayasal haklarını kullanıp bir araya gelmişlerdi, güneşli bir Ekim sabahında.
Toplandıkları yer, o güzelim Gar binasının önüydü. Anadolu’dan trenle gelenlerin ilk ayak bastığı yerdir şehrimizde. Mermer merdivenlerine oturup sigara içersiniz. Hemen önünde simit satılır. Büyük ve güzel ahşap kapıları vardır. İçeride bir lokantası, büfesi. Beyaz ve görmüş geçirmiş, Cumhuriyet tarihine tanıklık etmiş kocaman mermer zeminin bir kenarındaki ahşap banka ilişir, beklersiniz tren saatini. İşte tam orada, güzel Ankara Garı önünde, halay çekenlerin yanı başında patladı bombalar. Onlarca barışçıl, iyi ve namuslu insan, paramparça oldu.
Ankara’nın hüzünlü Gar binasının önü kıpkırmızı, insan bedenleri sağa sola savrulmuş. Bizim Gar’ın önü, yaşamımızı geçirdiğimiz yollardan birinin, sevdiklerimizi uğurlayıp karşıladığımız sevgili garımızın önü, kızıla boyandı. Bomba, ‘herkesin’ ortasında patladı. Kürtlerin, Alevilerin, Sünnilerin, kadının, erkeğin, emekçinin, öğrencinin… Sol değerlere, barışa gönül vermiş insanların. Bizim çocukların. Sanırım ilk kez, sevdiğim ve bu yaşamı birlikte geçirdiğim hemen herkesin orada olabileceğini, parçalanabileceğini hissettim. Nitekim kişisel olarak tanımadığım, başkaca iyi, dürüst insanlar katledildi.
Bir şey çöktü üzerine Ankara’nın
İşte o andan itibaren, gençliğimi, yetişkinliğimi, sevgimi, hüznümü, kızgınlıklarımı yaşadığım bu şehir, eskisinden de gri geliyor. Oysa gri filan değildir. Kasvetli de değildir Ankara. Böylesi laflar, kibri ölçüsünde boş ve izansız İstanbullunun icadıdır. Fakat bir şey çöktü üzerine Ankara’nın. Bizim Fakülte’nin de.
Geçen hafta 16 kişi otobüsün altında can vermişti, hemen sağımızdaki kaldırımda. Bu hafta, hasretimizin simgesi güzelim gar binası önünde onlarca barışçıl, namuslu insan katledildi. Bu satırları, şans eseri o noktada olmadığım için yazıyorum. Biraz önce çay içtiğim arkadaşlarım da, o noktada değillerdi. Ancak, birileri de oradaydı işte. Cumartesi sabah saat 10.04’te gar önünde olmadığım için seviniyorum. Sonra sevindiğim için çok utanıyorum. İnsanın boğazında bir yumruyla, ne yapacağını, diyeceğini bilemez halde olması, yaşadığı için sevinmesi, sevindiği için utanması, utandığı için sıkılması…
Agos’un önündeki soluklaşmış kızıl lekeye göz ucuyla bakıp yürümek gibi
İşte bu nedenle silip attım ilk ve uzun politik yazıyı. Söyleyecek başka bir şeyim yok aslında. Sövmek dahi gelmiyor içimden. Barış ve özgürlük talep eden namuslu insanlar, canım Ankara’nın, güzel gar binası önünde halaya durmuşken, yürüyüşe hazırlanırken, faşistlerce paramparça edildiler. Biz sağ kalanlara da, bundan böyle oradan her geçişte ve o merdivenlerde her sigara içişimizde, katledilen insanların çığlıklarını hissetmek, yerdeki kızıllığın izine basmamaya çabalamak düştü.
İstanbul’da Osmanbey’e giden yolda, Agos’un önündeki soluklaşmış kızıl lekeye göz ucuyla ve acıyla bakıp yürümek gibi bir şey. İşte sanırım buna, hayatta kalmak deniyor. Artık yazamıyorum. Yeter bu kadar.
Ankara Garı’nda katledilen onlarca güzel insanın, sevgili arkadaşlarımızın, sevgili eşlerin, sevgili evlatların, sevgili anne ve babalarının, sevgili emekçilerin, sevgili öğrencilerin; güzel bir yaşam sonunda eceliyle ölmesine izin verilmeyen diğer dürüst ve yürekli insanlar gibi, mekânları cennet olsun.