Ciddiydi ama gözleri güzelce gülüyordu her zaman. Gözlerinden bir akıllı bakış atardı. Cesurdu. Kavgacıydı. İsyankârdı. Tartışmayı severdi. Konuşmayı da. Mitolojik bir kahraman olarak yaşadı. Ata bindi. 1989’da deve üstünde desen yaparak Seretonin sergisine girdi. Hareket sevmekteydi. Paris’te Sen Nehri’ne yaktıklarını atarak bir happening gerçekleştirdi. Daha Akademi’deyken, Paris öncesinde performanslar yapmıştı. Caz eşliğinde, Beyoğlu’nda, sokaklarda resim performansları da vardı hayatında. Söylemiş olduğuna göre, “Amerikalı bir doktor satın almıştı” bunları. Papier Maché’ler de yaptı. Avant-garde idi. Ama, sonra resmi savundu. Hem de çerçevesini değil, sadece tuvalin içini arzuladı. 1990’ların başındaki sanat tartışmalarında, “Enstalasyon mu yoksa resim devam mı ediyor?” içinde resimden tarafa ağırlığını koydu.
Efsanevi fotoğraflardan birinde Gezi Parkı sırasında göstericiler arasındaydı. Üzerinde DİSK sendikasının kırmızı bir yeleği kendisi yerdeydi. Bir direğe yaslanmıştı. Plastik bir kurşun yemişti. Canı acıyordu. Efsanevi kişilik olarak Mehmet, bu fotoğrafta yine bir direnişçi olarak gözükmekteydi; çünkü isyankârdı. Ve militarizme karşıydı.
Meselenin sanatı yapmaktan çok düşünmek olduğunu söylemişti. Resmin düşünerek yapıldığına inandı. Resmi sevdi. Bu sevginin götürdüğü yere kadar gitmesini bildi. Gerçek ihtiyaçlardan yola çıkmayı tercih ettiğini de söyledi. Performans, heykel, resim, desen ve pentürler gerçekleştirdi. Tiyatrocuydu. Oyuncuydu. Resimle ve sahnede performatif duruşuyla bedensel bir görünümü sundu.