MURAT SEVİNÇ
Son yazıda, ülkedeki bir kesim okumuşun ‘büyük hedefler’ uğruna görmezden geldiği ‘kötülükler’den ve söz konusu tavrın yaşadığımız cehennemin yollarının döşenmesine sunduğu katkıdan söz etmiştim. Takip eden bu yazının konusu ise, AKP’nin ‘gerici’ müttefiki olduğunu düşündüğüm, ulusalcı kesim.
Herhangi bir yurttaş topluluğu homojen değil elbette. Her birinin içinde ayrıksı duranlar var. Bundan sonra da olacak. ‘Ulusalcı’ sıfatıyla adlandırılan kesimin de farklı temsilcileri var kuşkusuz. Burada özetlemeye çalışacağım muhtelif ‘eşikler’ ise çoğunun ‘onay’ verdiği türden.
Anlayabildiğimce Türkiye ulusalcılarının iddialarından biri, solculuk. Tabii bu çok uzun mesele. Öncelikle, Türkiye solcularının çoğu birbirini solcu saymaz! Kendi kendilerine ettiklerini, düşman etmez.
En büyük şansları AKP
Buna mukabil hangi SSÖ’yü (solculuk standartları ölçütleri) uygularsanız uygulayın, ulusalcıları solcu kabul etmenin mümkün olmadığı kanısındayım. Sade suya tirit bir anti-emperyalizmle Kemalizm’in en 1930’lu niteliklerinin harmanlanıp sunulması. Karşıtlık ve tepkiler üzerinden şekillenip bazı kesimlere duyulan hınçla süslenen bir milliyetçilik.
Tabii en büyük şansları, AKP oldu. Öyle bir parti ve Türkiye’yi öyle bir noktaya taşıdı ki, sanki haklı gibi görünmeye başladılar. Hadi oradan, ne ilgisi var…
Yıllardır, bazen açıktan bazen üstü kapalı ırkçılık yapıyorlar. Özellikle Kürtler söz konusu olduğunda durum, iyice utanç verici. Nefret kusuyorlar. AKP’nin milliyetçi ayağıyla kolaylıkla uzlaştıkları nokta da bu. Örneğin Kürtler öldürüldüğünde, Sözcü ve Yeni Şafak bir anda aynı dili kullanıveriyor.
Günlük pratiğin bir parçası olarak ırkçılık
Tabii okuyucuların tümü ırkçı filan değil. Memleket insanı ırkçılığın ne olduğundan da habersiz aslında. Belki de günlük pratiğin bir parçası olduğu içindir. Yıllar önce ırkçı olmadığını iddia eden bir yakınıma ‘Kızını Kürt’e verir misin?’ diye sorduğumda sinirlenip ‘Ne ilgisi var?’ demişti! Çok da iyi, vicdanlı bir insandı üstelik.
Mesela, Nazım Hikmet’li oyunlara gidiyor bir kısmı ve büyük oranda anti-komünist olan bu topluluk, delicesine alkışlıyor. Oyun çıkışında, ‘vatan çek defterlerinizse…’ mırıldanıyorlar vs. İyi de şair bir tek bunu dememiş ki.
Aynı insanlar değil mi, devlet gençleri katlederken bayrak asıp sarktıkları pencerelerinden hararetle tezahurat yapanlar. Dünyaya sınıflar arasındaki ilişkileri anlamaya çalışarak, eşitlik ve özgürlük ilkeleriyle bakmıyorlar. Bakınız şu aralar dillerine pelesenk ettikleri, ‘HDP ile AKP anlaştı’ argümanı da aynı birikimden süzülen tavrın sonucu. Kürt oldukları yetmezmiş gibi bir de AKP ile anlaştılar. Bak sen, daha ne olsun değil mi?!
Ne öneriyorlar bu ülke için?
Ulusalcı kesimin, memleket ‘liberal’ine (bunun sorunlu bir adlandırma olduğunu bir kez daha yinelemek isterim), adını koyalım ‘Yetmez ama evet’ grubuna sövmek dışında nasıl bir mahareti var? Ne öneriyorlar bu ülke için? Yıllardır bir şey dediler de bizler mi duyamadık? Türkiye’nin temel sorunlarına dair çözüm önerileri nedir? Hadi bunun da adını koyalım, Kürt sorununu nasıl çözeceklerini düşünüyorlar? Hukukçu ve siyasetçilerin tartışmasını dahi ayıp bulduğum (çünkü psikolog ve eğitim bilimcilerin işi bu) anadilde eğitim konusunda ne düşünürler? Bu ölçüde ‘hak oğlu hak’ olan bir konuda, özgürlükçü tek bir sözcüğe sahipler mi? Ya da örneğin ‘üniter’ yapı! Ömürlerini böylesi katı bir üniter sistemde mi geçirmek istiyorlar? Türkçesi, ‘yaşamımıza dair her kararı üç beş kişi alsın’ mı derler? İdari yapı konusunda iler tutar bir fikre sahipler mi? Yoksa ‘İki ulusalcı baro başkanıyla E. Ülker Tarhan bize yeter, bir şey düşünmesek de olur’ havasındalar mı?
Ulusalcı kesimin en iri görünürlüğü herhalde Cumhuriyet mitingleriyle oldu. Mitinglere katılan herkes aynı telden çalmıyordu kuşkusuz. Nitekim örgütleyip konuşma yapanlar arasında da farklı tonlar vardı. Yüz binlerce kaygılı yurttaşın sokağa çıkması çok olumlu bir durumdu.
Buna mukabil, sokağa ne için çıkıldığı da önemli tabii. Yurttaşın eylemci haline gelişi, en başta ‘örgütleyiciler’i rahatsız etti ve mitinglere kendileri son verdiler! Sanırım bu çok dikkat çekici durum. Buna mukabil aynı mitinglerin AKP seçmen kitlesinin kemikleşmesinde pay sahibi olduğu da açık. Kişisel olarak o mitinglerde yüz binlerce yurttaşın, ‘örgütleyenlerce’ yönlendirildiği ve sonunda ‘aslında’ onları ürküttüğü için sonlandırıldığı kanısındayım. Her neyse.
‘O zaman biz bu boku neden yedik?’ hikayesi
AKP’nin böylesine güçlenmesinde en kritik eşiklerden biri ise, tam bir Aziz Nesin öyküsü olan ‘367’ kararı. Konu üzerine ilk eleştiri yazılarından birini kaleme almıştım sevgili Radikal İki’mizde. İlk günlerde pek ciddiye alınmayan 367 tartışması, birkaç ay içinde gündem olmuş ve AYM, baskıya dayanamayıp (tam o esnada bir de saçma sapan ‘internet muhtırası’ yayınlandı!) berbat bir karar vererek, cumhurbaşkanı seçimi için toplanan TBMM’deki ilk oylamayı ‘eylemli İçtüzük değişikliği’ olduğu gerekçesiyle, iptal etmişti. Anayasa’da var olmayan bir ‘yetersayı’ uydurmuştu.
Uzatmayayım. Hedef, Gül’ü cumhurbaşkanı seçtirmemek ve AKP’yi zayıflatmaktı! Sonuç: Erken seçim kararı+AKP oylarında patlama (47)+Gül’ün yeni TBMM’de seçilmesi+bugün ülkenin başına dert olan ‘beş yıllığına halk tarafından seçilme’ kuralını getiren anayasa değişikliğinin büyük şaşkınlıktan yararlanıp gerçekleştirilmesi. AYM’nin prestijinin yerle bir olması da işin cabası. Aziz Nesin öyküsü dediğim bu. Malum, sonu ‘O zaman biz bu boku neden yedik?’ ile biten meşhur öykü! Oysa 367 kararı verildiğinde, ulusalcılar nasıl da mutluydu.
Aynı manzara, AKP’ye açılan kapatma davasında da yaşandı. O zaman da yazmıştım: Davayı açan başsavcı ile partisi hakkında dava açılan zihniyet arasında, anlamlı bir fark olmadığı kanısındayım. İkisi de aynı derecede otoriterdi. Davayı açan başsavcının AKP’ye katkısı, inanın herhangi bir seçmen topluluğundan çok daha büyüktür. AKP son derece ‘ucuz’ bir iddianameyle kapatılmak istendi. Sonunda AYM, hem ulusalcıları hem iktidar yanlılarını tatmin edecek bir karar verdi: Devlet yardımından kısmen mahrum bırakılması.
Bu yolla ‘AKP laikliğe aykırı eylemlerin odağı oldu, ama çok da olmadı!’ denilmiş oldu. Dava, AKP’nin arayıp bulamadığı fırsatı bir kez daha sundu: Mazlumluk! ‘AKP bir insan olsaydı, kim olurdu?’ şeklinde soru yöneltilse, takdir edersiniz ki yanıt, Küçük Emrah olur…
Berbat ve anti demokrat tavır
Ulusalcı kesimin yaşamsal eşiklerdeki berbat ve anti demokrat tavrı, 2010 yılı gelip anayasa değişikliği yapıldığında yönelttikleri ve bu kez ‘haklı’ olan eleştirilerini, tümüyle değersizleştirdi. Ulusalcı yazarlar, 2010 Eylül’ünde ‘ciddiye alınmak’ için gerekli ‘özgeçmiş’e sahip değillerdi ne yazık ki. Hâl böyleyken, yargının göz göre göre ve bu kez ‘bir bütün’ olarak elden çıkıp ‘şah iken şahbaz’ oluşunda, işte o nahoş özgeçmişin de azımsanmayacak payı oldu.
Hiç kusura bakmasınlar
Yukarıda yalnızca bir iki örnek üzerinde duruldu. Onlarca başkasını bulmak mümkün.
Ulusalcılar şimdilerde, ‘dinciye zamanında dinci demiş olmanın’ gururunu yaşıyor gibi. Hiç kusura bakmasınlar. ‘Sizin şu hayattaki sözünüz nedir?’ sorusuna anlamlı/özgürlükçü bir yanıt verip vermedikleri önemli. Bu ülkede yaşayıp kendilerine benzemeyene yaşam hakkı tanıyıp tanımadıkları önemli. İkna odası gerzekliklerine özlem duyup duymadıkları önemli. Demokrasinin kıyısından dahi geçmemiş ‘Reis’in yaptığı atamalara haklı tepki gösterirken, Sezer dönemini sorgulayıp sorgulamadıkları önemli. YÖK’ün yeni ve azı dualı sahiplerini değil, YÖK’ü eleştirmeleri önemli. Gezi Parkı’nda ısrarla birlikte yaşamak isteyen farklı kesimlerin ayırtına varıp varmadıkları önemli. Dünyadaki değişimi ne ölçüde algıladıkları önemli. Hani çoğu ‘Geziciyiz’ diyor ya; işte Batı demokrasilerinde yönetim biçimlerinin yavaş yavaş ‘park forumları’na dönüştüğünü fark edebilmeleri önemli.
Marifet değil
AKP’ye bugüne dek, sözüm ona muhalefet ederek verdikleri müthiş desteği (!) görmezden gelip bıkıp usanmadan aynı tutucu/muhafazakâr/ırkçı zırvaları tekrarlamaları ve Facebook hesaplarına Berkin, bayrak fotoğrafları koyarak, T.C. rumuzlarıyla önemli bir iş yaptıklarını sanmaları, doğrusu hiç marifet değil. Bunun için öyle fazlaca ‘düşünme yetisine’ de ihtiyaç yok.
Tabii kendileri bilir. Seçim öncesinde, dehşetli bir zekâ ürünü olduğu varsayımıyla ‘Ay duydun mu AKP-HDP çoktan anlaşmış’ deyip her patlayan silahta, yitip giden canda ‘bak dememiş miydim?’ cinlikleriyle, ortalıkta dolaşmak da bir tercih.
Kendilerini yönetenlere, ayırt edilemeyecek ölçüde benziyorlar.