7 Haziran seçimleri, Türkiye’de gidişatı zehirlemek bakımından 17-25 ‘İndira Gandi Haftası’nı andıran berbat bir tesir yaptı.
HDP’nin demokratik ve meşru bir siyaset platformu olarak parlamentoda temsili ‘Milliyetçi siyaset’in kâbusu oldu. Haziranla Kasım arasında inanılmaz geri dönüşler, hayalgücünü bile zorlayan ölümcül savruluşlar yaşandı. Milliyetçi siyaset, uğradığı güç kaybını, insanlara ‘kan kokusu’nu yeniden hatırlatarak telafi edebileceğini anladı. Savaş lobisi, gömdüğü silahları topraktan çıkararak insan ölüsü üzerinden siyaset yapmanın pahalı ama garantili tarzına döndü.
İşte tam bu noktada Demirtaş, liderlik cerbezesi taşıyan sempatik vizyonu ile Türkiye’nin geleceğinde yer almak şansıyla yüz yüzeydi. Demokratik siyaset usulleriyle problem çözebilen yeni bir siyasetçi modelinin parlak modellerinden biriydi ve bu görüntüsüyle elbette savaş lobisi için büyük bir potansiyel tehlike arz ediyordu.
Kürt ve Türk milliyetçileri, bu ‘tehlikeli’ gelişmeyi ânında sezerek Demirtaş’ı köşeye sıkıştırdılar ve Demirtaş, bu tuzağa karşı direnmedi. ‘Direnemedi’ diyememenin hayal kırıklığı içindeyim. Direnebilirdi, dar kapıyı, çileli yolu, değerli olanı seçebilirdi. Neticede o da milliyetçi retoriğin kolaycı diline sarılarak tarihi şansını reddetti.
‘Milliyetçi siyaset’ derken elbette MHP’yi kasdetmiyorum. Milliyetçi siyasetin ana akım partisi artık AKP’dir ve 1 Kasım’daki seçim zaferiyle bu unvanı MHP’den söküp aldı. HDP, AKP’nin milliyetçi retoriğini, tersine çevrilmiş bir cep gibi kopyalıyor; o da AKP gibi kendi siyasi çizgisinde kısa dönemde başarılı olacak ancak uzun vadede Kürtlere ‘kan, gözyaşı ve acı’ verecektir.
‘Türk-Kürt beraberliği’ denilen kavram bu espriyi de ihtiva ediyor: Demokratik ve onurlu bir yönetim aramak yerine, kendilerini zafere götürmeyi vaadeden ‘iyi zorba’ya iradesini teslim etmek!
Güle güle Demirtaş; bir ara epey heyecanlanmıştık!