
MURAT SEVİNÇ
27 Mayıs, Cumhuriyet tarihindeki ilk darbenin yıldönümü. ‘Devrim’ olarak tanımlayanlar var. Ancak kuşkusuz, ‘devlet içindeki güçlerden bir bölümünün, diğerlerini hukuk dışı yollarla alt edip devirmesi’ darbedir. Üstelik porno lobisinin, faiz lobisinin, Gezicilerin, Cemaat ya da yargıçların darbesi gibi, ‘ileri demokrasi’nin sürreal darbelerinden değil. Adıyla sanıyla, ‘gerçek’ bir darbe 27 Mayıs.
27 Mayıs’ta Milli Birlik Komitesi ( MBK) olarak adlandırılan subaylar hükümeti devirdi. 12 Eylül’den farklı olarak emir komuta zinciri içinde yapılmadı. 37 kişilik grup bir süre sonra kendi içinde de bir darbe yapıp 14 ‘şahin’i alt etti. MBK, kısa süre içinde olağan rejime dönme amacı güden bir tavır sergiledi. İki kanatlı Kurucu Meclis (KM) oluşturup gerekli yasaları yapma görevi verdiler. Anayasa, Temmuz 1961’de oylandı ve yüzde 61.5’le kabul edildi. TBMM 25 Ekim 1961’de toplandı.
12 Eylül darbesiyle 1982 Anayasası’na benzemez
1961 Anayasası ve yapım süreci, 12 Eylül darbesiyle 1982 Anayasası’na benzemez. Bu ‘somut’ durumu hatırlatmak, 27 Mayıs övgüsü değil, iki darbenin ve sonucunda kabul edilmiş anayasaların birbirinden ‘farklı’ olduğunun altını çizmektir.
Her iki darbe, burjuvazinin farklı tabakaların çıkarlarının çatıştığı iki ayrı süreçte gerçekleşmiştir. DP, ticaret burjuvazisi ve büyük toprak sahiplerinin partisidir. 27 Mayıs tarihi ise burjuvazinin asker-sivil bürokrat kanadının rövanşıdır. Sol hareketler, 1946’dan başlayarak CHP-DP işbirliğiyle ezildiği ve çok partili yaşama ‘solsuz’ geçildiği için, bu tarihlerde ‘etkili’ olabilecek sol bir parti mevcut değildi.
12 Eylül ise zorda kalan sermayenin marifetidir. Haliyle anayasası, ‘yurttaşa karşı devleti, emekçiye karşı sermayedarı kollamak’ üzere hazırlanmıştır.
Ölüm de kötüdür sıtma da!
27 Mayıs, büyük umutlarla ve tartışmasız halk desteğinin/iltifatının sonucu olarak 1950’de iş başına gelen Demokrat Parti’ye (DP) karşı gerçekleştirilmiştir. Buna mukabil yapılanın darbe oluşu, darbenin Türkiye idaresi üzerinde TSK’nin etki ve gücünü kurumsallaştırması, darbe sonrasında kurulan mahkemedeki rezalet yargılama süreci ardından yaşanan utanç verici idam kararları, DP’nin son yıllarında demokrasi açısından ne büyük bir baş belası haline geldiği gerçeğini değiştirmiyor.
Yani ‘darbeye darbe deyip’ karşı çıkmak, o darbenin devirdiğini, olduğundan matah göstermemeli. Ölüm de kötüdür, sıtma da! Darbeden bir gün önce, 26 Mayıs 1960 günü Türkiye’de demokrasi yoktu. TSK’li ‘genç subaylar’, içinden çıktığı demokrasiyi katletmiş bir partiyi, kurumsal demokrasinin/yasallığın sonu demek olan bir askeri darbeyle devirmiştir.
Despotizm, çoraklık, kamplaşma
1950’de iktidar olan DP’nin ilk dört yılındaki anti-demokratik yasa değişiklikleri/uygulamaları ve 1947-50 arasında verdiği sözleri tutmamış olması, milli gelirdeki yüzde kırklara varan artış, tek parti iktidarı ve bürokrasisinden kurtulan toplumdaki ferahlama ve başkaca etmenler nedeniyle görmezden gelinmişti. 1954-57 arasında giderek setleşen bir DP, 1957-60 arasındaysa ipin ucunu kaçırıp despotizme savrulmuş bir DP vardır.
Özellikle 1957 seçimleri sonrasında Türkiye’de muhalif olanın nefes alma şansı giderek yok olmuştur. Baskıdan kaynaklı vahim bir siyasal/kültürel ‘çoraklık’ söz konusudur.
Yargı yetkisini TBMM’ye devretme anlamına gelen Nisan 1960 tarihli Tahkikat Komisyonu’nun kuruluşu, ipin ucunun kaçmasına neden olmuştur. DP tarafından Vatan Cephesi kurulmuş, kayıt yaptıran yandaşlar, radyodan mahalle mahalle ve tek tek okunmuştur. Yurttaş, cami ve kahvelerini ayıracak ölçüde kamplaşmıştır.
Önce, çok yakın ilişkiler içinde olduğu Irak Kralı Faysal ve Başbakan Nuri Sait’in Türkiye’ye gelirken suikastla öldürülmesi, sonrasında İngiltere’de geçirdiği uçak kazasından sağ kurtulması, Menderes’in davranışlarını dengesizleştirmiştir. ‘Allah’ın sevgili kulu’ olduğunu düşünmeye başlamıştır.
İnönü ‘linç’ edilmek istenmiş, CHP’nin kapatılması gündeme getirilmiştir. Başka hiçbir şey okumamış biri dahi, yalnızca o zamanın TBMM Tutanak Dergisi’ndeki (internette var) tartışmaları okursa, siyasal/toplumsal koşulları kolaylıkla kavrayabilir.
İlk büyük hayal kırıklığı
İşte Türkiye’de yarattığı baş belası gelenekle demokrasinin köküne kibrit suyu döken 27 Mayıs darbesi, bu koşullarda gerçekleşmiş ve Türkiye’nin çoğu aydını, bürokratı, üniversite öğrencileri tarafından, coşkuyla karşılanmıştır. 27 Mayıs 1960 tarihi, büyük umutlarla başlayan çok partili demokrasi denemesinin, ilk büyük hayal kırıklığıdır.
Sonucunda hazırlanan 1961 Anayasası ise döneminin en ilerici metinlerindendir. Bir anayasanın darbe sonrasında hazırlanmış olması başka, o anayasanın ve yapıcılarının niteliği başka bir şeydir.
1961 Anayasası’nın sevapları günahlarından fazladır
Hiç kuşkusuz günahları da vardır. Örneğin askeri yargı ve MGK’nin anayasaya girişiyle TSK’ye hiç bitmeyecek bir kurumsal konum kazandırılmış olması. Örneğin parlamentoyu iki kanatlı hale (Meclis ve Senato) getirişi. Örneğin, ‘Başlangıç’ kısmındaki ifadelerle, darbe gerekçelerine anayasal konum kazandırması. Örneğin her ne kadar tanımlanmış olsa da ‘milliyetçiliği’ yine ‘Başlangıç’ kısmıyla anayasaya sokuşturmuş olması vs.
Buna mukabil sevapları, çok daha fazladır. 1950-60 arasında büyük sorunlara yol açan ‘egemenlik tanımı’ değiştirilmiş ve TBMM egemenliği kullanan ‘tek’ organ olmaktan çıkarılmıştır. Türkiye sağının o gün bugündür 1961 Anayasası’na en büyük kızgınlığı, milli egemenlik tanımından kaynaklanır. Çünkü Türkiye sağı, DP’den bugüne ‘meclis çoğunluğu ile egemenlik kullanımı’nı eş kabul eder ve TBMM ‘çoğunluğu’nun dizginlenmesini hazmedemez. Bugün Erdoğan’ın ‘milli irade’den anladığı, söz konusu yorumun zirvedeki örneği kabul edilebilir.
Tabii yeni egemenlik tanımı, yepyeni kurumlara da kaynaklık etmiştir. Türkiye, anayasa yargısıyla tanışmıştır. Özerk kurumlarla tanışmıştır (TRT, üniversiteler vs.). Yargı bağımsızlığı anayasal güvence altına alınıp YHK kurulmuştur. Temel haklar geniş biçimde tanınmıştır. Anayasacılığımız ilk kez ‘sosyal ve sendikal haklar’a kavuşmuştur. ‘İnsan hakları’ kavramı devletin temeline yerleştirilmiştir. Partiler anayasa güvencesine kavuşmuştur. Temel hakların bir ‘öz’ü olduğu kabul edilmiştir. Büyük anayasacı rahmetli Bülent Tanör’ün deyişiyle Anayasa’nın ‘hukukileştirici, siyasallaştırıcı, sosyalleştirici’ katkıları olmuştur. Batı’ya paralel olarak sol hareketlerin güçlenmesinin de teşvikiyle 1961 anayasası yurttaşa yurttaş olmayı öğretmiştir.
1960’lı yıllar boyunca filizlenen siyasal örgütlenmeler, canlanan düşünce yaşamı, Anayasa’nın sağladığı olanaklara çok şey borçludur. Önce AP (Adalet Partisi/Demirel) ve diğer Türkiye sağı, sonrasındaysa 12 Eylül ‘beşi bir yerde’sinin ‘Özgürlükler fazla geldi’ dediği durum, işte budur. Evet, 1961’in sağladığı özgürlükler, o günkü tabirle ‘bol gelmiş’ ve bu özgürlükçü/dökümlü elbise, 12 Eylül faşizmiyle daraltılıp ‘slim fit’ yapılmıştır. Günümüzdeki anayasa değişikliği önerileri, bazı konularda hala 1961’e öykünmektedir.
Burjuvazi içindeki mücadelenin ‘Türk tipi’ sonucu
Ezcümle, 27 Mayıs 1961’de bir darbe yapılmıştır. Darbe, son yıllarında demokrasiyle ilgisi kalmayan despot DP’ye karşıdır. Burjuvazi içindeki mücadelenin ‘Türk tipi’ sonucudur.
Bu sonuç, başta idamlar olmak üzere bazı kötülükleri bugüne miras bırakmıştır. Buna mukabil, dönemi açısından son derece özgürlükçü bir anayasa kabul edilmiştir. Anayasa, 20 yıl boyunca genellikle iktidarda olan sağcılar ve 12 Mart muhtırası marifetiyle sahipsiz kalmıştır.
Günün rüzgârına kapılmadan, ‘Aman bana da darbeci derler’ saçmalıklarına aldırış etmeden, memlekette olup biteni çeşitli yönleriyle ele almakta yarar var.
Hele ki 1982 Anayasası’nın fiilen yürürlükte olmadığı 2015 Mayıs ayında.
Aksi takdirde kendi memleketimizde, mitinglerde kefen giyip alkış tutan aklı evvellerin yaratıp hâkimiyet kurduğu bir atmosfere mahkûm ediliyoruz.