Dr. FEYZA BAYRAKTAR
@FeyzaBayraktar_
info@feyzabayraktar.com
Geçen pazar Cumhuriyetimizin 100’üncü yaşını kutladık. Eğri oturup doğru konuşalım; Cumhuriyetimizin 100’üncü yılı ülkemize daha yakışır şekilde kutlanabilir miydi? Bence evet. 75’inci yıl kutlamalarına şahit olmuş biri olarak, 100’üncü yıl kutlamalarının daha geniş bir zaman dilimine yayılarak yapılmasını isterdim.
Bu konuda benimle aynı fikirde birçok kişi olduğunu- hem yakın çevremden hem de sosyal medyada gördüğüm paylaşımlardan- biliyorum. Hatta geçen hafta önüme çıkan paylaşımlardan biri, tam olarak duygularıma tercüman oldu diyebilirim: ‘Sanki Cumhuriyetimizin 100’üncü yaşını değil de muhasebeden Erkan beyin 47’nci yaşını kutluyoruz gibi hissediyorum’. Kısa, öz, komik ve zekice bir anlatım. Bayıldım.
Memleketim insanının en sevdiğim özelliklerinden biri, mizah becerisi. Gözlemlediğim kadarıyla da bu beceri yaşadığımız tüm travmatik süreçlerde, bir baş etme mekanizması olarak birçok kişide kendini gösteriyor. Dolayısıyla yaşadığımız acılar birçoğumuzun içinde gizli kalmış farklı yetenekleri de dışarı yansıtmaya sebep oluyor diyebiliriz.
Tabii acının fazlası ruh sağlığına zarar verebileceği gibi işlevselliği de olumsuz yönde etkileyebilir. Unutmayalım ki her insan acı hisseder. Bu kaçınılmazdır. Fakat her insanın acıya verdiği tepki farklıdır. Bazısı sosyal medya üzerinden bir diğerine zorbalık yaparak acısını gidermeye çalışır; bazısı zekasını ve mizahı kullanır. Zorbalık yaparak acıyı gidermeye çalışmak sağlıklı bir baş etme mekanizması değildir.
Birbirimize zorbalık yaparak ‘bir’ olamayız!
Ben de birçok insan gibi zaman zaman hem sosyal medya üzerinden hem de başka sanal platformlardan zorbalığa maruz kalıyorum. Mutsuz insanların ruhsal mastürbasyonu için en sık başvurduğu yöntemlerden biri, sosyal medya üzerinden zorbalık. Bu konu hakkında defalarca kez yazdım. Sosyal medya ya da başka sanal platformlardan saldırıya geçen insanların çoğunda antisosyal kişilik bozukluğu veya borderline kişilik bozukluğu ya da başka bir psikopatoloji bulunduğunu söylemek yanlış olmaz. İfade özgürlüğü ya da eleştiri başlığı altında bir insanı öfke nesnesi haline getirmek, sadistik iştahı doyurmaya çalışmaktan başka bir şey değil. Saldırma ve eleştiri kavramlarını birbirinden ayırt etmeyi-bir an önce- öğrenmemiz gerekiyor.
‘Kanlı fotoğraflar paylaşarak kimseye yardım edemeyiz’ başlıklı yazımdan sonra hem yazımın içeriğinden hem de Cumhuriyetimizin 100’üncü yılını kutlamak için sosyal medyada paylaştığım marşlardan dolayı çokça zorbalığa maruz kaldım. İşin ironik yanı, bu zorbalığı yapan kişiler, İsrail’in Filistin’e uyguladığı şiddeti -sözde- kınıyor. Şiddet, başka bir insana şiddet göstererek kınanmaz. Empati ve vicdan sahibi insan sosyal medya zorbalığı yapmaz. Sağlıklı bir yetişkin, öfke duygusunu başkalarına sıçratmadan sağlıklı şekilde yönetmeyi becerebilir. Kurbanlar, başka insanları kurban ederek kurtarılmaz. Dolayısıyla, sosyal medya üzerinden şiddet saçmak kahramanlık değil, bir tür psikopatoloji ya da gelişmişlikten nasibini alamamak olarak tanımlanabilir. Bu gerçeğin de farkına varalım artık.
Hangi ülkeden olursa olsun hiçbir masum insanın ölmesini istemem. İster yetişkin ister çocuk olsun, dini ne olursa olsun insanların emperyalizmin aç gözlülüğüne kurban gitmesine karşıyım. Yalnız, vatansever bir insan olarak da kendi ülkemin çıkarlarını gözetirim. Türkiye Cumhuriyeti’nin kurulması için savaşırken şehit düşen tüm insanları 100’üncü yılda anmamız hem onlara minnetimizi göstermek hem de birlik ve beraberliğimizi tüm dünyaya duyurmak açısından önemliydi. Emperyalizme karşı en büyük silah, ortak değerler etrafında kenetlendiğini gösterebilmektir. Her ne kadar devrimleri herkes tarafından tam olarak içselleştirilememiş olsa bile Mustafa Kemal Atatürk’ün hayatı boyunca yapmaya çalıştığı şey emperyalizme karşı bağımsız bir Türkiye Cumhuriyeti kurmak ve kurduğu bağımsız Türkiye Cumhuriyeti’nin sonsuza kadar yaşamasını sağlayacak zemini hazırlamaktı.
‘Parla’ bağımlılık yarattı!
100’üncü yıl kutlamaları süresince beni en çok mutlu eden şey, toplumumuzun geniş bir kesiminin Cumhuriyetimize sahip çıktığını yazdığı marşlarla, çektiği reklam filmleriyle ve sosyal medya üzerinden yaptığı paylaşımlarla göstermesiydi. Hatta birçoğumuz Norm Ender’in 100’üncü yıl için yazdığı ‘Parla’ marşına bağımlı hale geldik. Ben şahsen hala durup durup bu marşı dinliyor ve bir yandan da söylüyorum.
‘Parla’da bir marşta olması gereken her şey var. Dinlediğiniz ilk anda bile kulağa tanıdık geliyor. Ezberlemesi kolay. İnsanı gururlandırıyor ve duygulandırıyor. Aidiyet ve sahiplenme duygularını pekiştiriyor. İnsana uğruna savaşacak bir değer olduğunu hatırlatıyor. Marş ağzımda öyle bir yer etti ki bunun bir tesadüf olamayacağı kanısına varıp ulusal kimlik ve marşlarla ilgili bir araştırma yaptım. Norm Ender söyleşilerde, ‘Parla’yı yazarken İstiklal Marşı ve 10’uncu Yıl Marşı’ndan esinlendiğini dile getirmiş. Yani ulus kimliğimize dokunmuş iki marştan esinlenmek, ‘Parla’yı çabucak bağrımıza basmamıza yardımcı oldu.
Ulus kimliğinin önemi
Toplum bilimi alanlarında marşlarla ilgili yapılan birçok bilimsel araştırma var. Kolay ezberlenebilir olması, sözleri içinde milli sembollerin yer alması, tanıdıklık hissi vermesi, insanın içindeki vatanseverliğe dokunması ve ülkesiyle ilgili gururlanmasını sağlaması, müzik ve sözlerin insanı coşkulandırması, aidiyet ve sahiplenme duygularını öne çıkartması bir marşın toplum tarafından kabullenilmesinde önemli rol oynuyor. Özetle, ‘Parla’ tüm bu özelliklere sahip bir marş ve bu yüzden de birçoğumuzda bağımlılık yarattı. Özellikle de İsrail-Filistin sorunu ve emperyalizmin Ortadoğu politikaları gölgesinde bırakılmaya çalışılan 100’üncü yıl kutlamaları, birçoğumuzda milli değerlere sahip çıkma motivasyonu uyandırdı ve dolayısıyla bu marş yüreğimize daha derinden dokundu. Marşlar ve ulus kimliği arasında önemli bir ilişki olduğu göz önüne alınırsa, bu marş 100. Yıl kutlamalarında ulus kimliğimizi bize hatırlatan etkenlerden biri oldu. Ulus kimliği, çok kısaca bir kişinin ulusuna hissettiği aidiyet olarak tanımlanabilir. Kimliğimizin önemli bir parçasıdır.
Aslında, ulus kimliği gelişimi karmaşık bir konu. Doğduğumuz andan itibaren içinde büyüdüğümüz aile ve toplum tarafından öğrendiğimiz değerler etrafında şekillenir. Ulus kimliğinin oluşmasında birçok etken rol oynar. Örneğin, Türkiye Cumhuriyeti’nde yaşayan Türk bir ailede doğan bir çocukla, Almanya’ya göç etmiş Türk bir ailede doğan çocuğunun ulus kimlik gelişimleri değişkenlik gösterebilir. Bir çocuğun kendi ülkesinde doğması, başka bir ülkede doğması ya da başka bir ülkeye küçük yaşta taşınması, ulus kimliği gelişiminde farklılıklar yaratır. Ulus kimliği sahip olduğumuz pasaportun ait olduğu ülkeyle ilişkili değildir. İnsanın kendisini ait hissettiği ulus ve içselleştirdiği ulusal değerlerle ilgilidir. ABD gibi farklı uluslardan oluşan ülkelerde, ulus kimlik gelişimi daha da karmaşıktır. Bu sebeple, ABD’deki üniversitelerin psikoloji ve psikolojik danışmanlık bölümlerinde ‘Kimlik Gelişimi’ dersi altında kültürel kimlik ve ulus kimliği gelişimi konuları detaylı şekilde işlenir.
Cumhuriyet, laiklik ve demokrasi ayrılmaz bir bütündür!
Bilimsel kaynaklara bakacak olursak, bir toplumun ulus kimliğinin sağlıklı gelişimi, yani ortak değerler etrafında toplanabilmesi, birbiriyle empati kurup hoşgörülü olabilmesi ve ortak bir amaç uğruna birlikte hareket edebilmesi, ülkenin ilerlemesi açısından önemli. Mustafa Kemal Atatürk’ün zamanında yaptığı devrimlere bakarsak, toplumda ulus kimlik gelişimini de gözettiğini söyleyebiliriz. Yani kendisi toplumun ulus kimliği gelişim yönünün ülkenin kaderini belirleyecek kadar önemli olduğunu öngörebilecek kadar ileri bir vizyona sahipti. Siyasi tarih, sosyoloji, sosyal psikoloji alanlarındaki orijinal kaynaklara bakıp üzerinde objektif şekilde düşünecek olursak, ulus kimliğinin neden ümmetçilik kavramına dayandırılmak istenmediğini ve bu yönde atılan adımların önemini anlayabiliriz. Din -ister inançlı olun ister olmayın- tüm ülkelerin ortak değerlerinden biridir.
Atatürk ve Türk kimliğiyle ilgili yapılan bilimsel araştırmaları incelediğimizde- bu araştırmaların birçoğunda-dinin toplumsal ortak bir değer olmaktan çıkartılıp ülke yönetimine dahil edilmesinin yani siyasallaştırılmasının-özellikle bizim toplumumuz için- ulus kimliği gelişimini olumsuz yönde etkileyebileceğini somut delil ve örneklerle anlatıldığını görürüz. Bazı araştırmalara göre Ortadoğu’daki ülkelerin birçoğunun bugün yaşadığı problemlerin kaynağı, toplumlarında ulus kimliğinin sağlıklı gelişememesi. Ulus kimliğinin sağlıklı gelişimi, ülkenin geleceği açısından da önemli. Bu sebeple de ülkemizde cumhuriyetin ve laikliğin devamlılığı, toplumumuzda sağlıklı ulus kimliği gelişimi ve dolayısıyla ülkemizin medeni ülkeler seviyesine gelmesi açısından önemli.
Aynı bayrak altında yaşayan insanlar, ortak değerlerde buluşsa bile farklı siyasi görüşlere sahip oldukları için bazı konularda ayrışabilir. Demokrasinin korunması, ayrışmanın büyüyüp bölünmeye gitmemesi açısından kritiktir. Yine bilimsel araştırmaları baz alacak olursak, ulus kimliğinin sağlıklı gelişmesi açısından demokrasi anahtar kelimelerden bir tanesi.
Unutmayalım ki, ortak amaçlara doğru hep birlikte yürüyebilmek için cumhuriyet, demokrasi ve laiklik ayrılmaz bir bütündür. Bu bütünü korumak da bizim en büyük vazifemiz.