KÜRŞAT BUMİN
kursatbmn@gmail.com
Bir müddettir aklımdaydı; üç yıla yakın bir paydostan sonra ilk yazımı bu ‘çılgın’ tanım -ve de dileğe- ayırmak istedim.
Ortada bu sıfatı hatırlatan fazlasıyla ‘açıklama’ ve ‘yorum’un dolaştığı muhakkak; ama ‘BİR’in yakın çevresinden seslendirilen bu ‘organik’lik meselesi bu yığının içinde kendisinden söz edilmeyi fazlasıyla hak ediyor. Çünkü her şeyden önce bu mesele başımıza örülmeye çalışılan ‘politik tasavvur’un ne derece korkutucu olduğunu bir ‘başdanışman’ın ağzından doğrudan -ve iftiharla- tarif ediyor.
Bu ‘başdanışman’ (Söz açılmışken: Bunların hepsi mi ‘başdanışman’?) Cumhurbaşkanı Erdoğan’a özellikle anayasa-başkanlık gibi konularda ‘başdanışmanlık’ yapmak için kadroya alınan bir şahsiyet. Mehmet Uçum’dan söz ediyorum. Yakın zamanda peş peşe söyleşiler veren ve fütursuzca “Erdoğan’la birlikte temsili liderlik yerine organik liderlik geldi” diyen-diyebilen Uçum’dan.
İçinizden soranlarınız vardır mutlaka: Tavuğun, yumurtanın vs. ‘organik’ olanını anladık ama anayasasında niteliklerinden birisinin ‘demokratik’ olduğu yazan bir cumhuriyette bu ‘organik lider’ de nereden çıktı?
O, halkın kendisiymiş
‘Organik lider’ problemini yerimizin elverdiği ölçüde gözden geçirmeden önce, Uçum’un bu problemi hepten içinden çıkılmaz hale getiren bir açıklamasını daha aktarayım: “Tayyip Erdoğan’ın liderliği, diğer siyasi liderler gibi değildir. O halkı temsil eden bir lider değildir. O halkın kendisidir.”
Görüyorsunuz iş giderek hepten ‘korkutucu’ bir hal almaya başladı…!
‘Başdanışmanlar’ içinde yer alan bu başdanışmanın ‘başkanlık sistemi’ temasını kamuoyuna ısındırmak için icat edilen ‘yerli ve milli model’e ilişkin sarf ettiği şu sözleri de bir kenara koyalım: “Türkiye’nin Osmanlıdan beri başkanlık geleneği var. Yerelimize bakın: Mahalle muhtarı, belediye başkanı, kalkınma bölgeleri… Anadolu insanında da başkanla sorun çözme kültürü var. Yani bize en uygun seçenek başkanlık sistemidir.”
Bu sözlerin gerçeklikle yakından uzaktan ilgisi olmadığı muhakkak. Bu analizden olsa olsa ‘muhtarlar’ meselesinin tahminimizden çok daha ciddiye alındığı sonucunu çıkarabiliriz. Bu gidişle belli olmaz; eğer yeni anayasa yapılırken bir senato ihdas etmek de akla gelirse, bir de bakmışız ki ‘Külliye’de sonu gelmeyen seansların sonuçlarından birisi olarak bu ikinci meclis ‘muhtarlar’dan oluşuvermiş!
Dönelim biz asıl meselemize:
Erdoğan’ın bir ‘organik lider’ ya da ‘halkı temsil eden değil, halkın –bizzat- kendisi’ olduğu yolundaki tespitlerin bizleri, yani bu ülkenin şunca yıldır ‘organik lider’ kâbusundan kurtulmaya ve ‘temsil’ adı verilen o değerli kuruma daha bir çeki düzen vermeye çalışan insanlarını isyan ettireceğini tahmin edememek için illaki ‘başdanışman’ mı olmak gerekiyor?
Demokrasinin en güzel tariflerinden birisi, iktidarın artık kişisel ve kolektif niteliğini terk etmesi ve bu alanın ‘boşaltılması’ değil miydi?
O dönem kapandı
Geleneksel toplumlar Fransız Devrimi kapıya dayanana kadar kendilerini ‘organik’ bir birlik olarak tasavvur ediyor ve varlıklarını ‘kralın iki bedeni-cismaniliği’yle özdeşleştiriyordu. Bu özdeşlik tabii olarak devlet-toplum özdeşliğini de beraberinde getiriyordu. Farklı biçimde söylersek, devlet-halk-iktidar üçlüsünün toplamının bir büyük ‘BİR’ oluşturması gibi bir durum.
Eskinin dünyevi ve uhrevi olmak üzere iki iktidarın sahibi prens-monark-kralı dünün ve bugünün muhafızı, yarının tek habercisiydi. Bir başka ifadeyle ‘organik’ toplumun ‘organik’ liderleriydi. Demokrasinin doğuşu ve bunun sonucu olarak devlet-toplum özdeşliğinin ortadan kalkması ortaya yepyeni bir iktidar ve politika anlayışı ve pratiği getirdi. Yani ‘organik toplum’ ve onunla birlikte ‘organik lider’ dönemi artık bir daha açılmamak üzere –kimilerinin arzusu hilafına- maalesef kapanmış bulunuyor.
Sadece monarşilerin değil 20. yüzyıla ait acı bir deney olan totalitarizmin ‘organik liderleri’nin devri de artık geride kalmış bulunuyor. Artık ne kendisine aşkın bir ilkede temel arayan bir ‘kral’ ne de onun yerini kapmaya niyetlenmiş bir ‘halkların babası’ kaldı dünyada. Halk egemenliği artık bu türden belirlenmiş bir imaj tarafından temsil edilemez. Artık kimse iktidarın toplumla kaynaştığı yanılsamasını dayatamaz. İktidar ile toplum ilişkisinin kaçınılmaz olarak bir karşıtlık ilişkisi barındırdığını kimse inkâr edemez.
Peki ama ederse ne olur? Ederse onu bekleyen, hâlâ hatırlarda olan ‘Egocrate’ imajının bir (Marx’ı hatırlayarak söylersek) ‘fars’ından başka bir şey değildir.