LEVENT GÜLTEKİN
@acikcenk / acikcenk@gmail.com
Munzur Üniversitesi öğretim üyesi Yavuz Çobanoğlu’nun Birgün gazetesinde yayınlanan ‘PISA; Paket mi olsun yoksa buradan mı yiyeceksiniz?’ başlıklı yazısından bir bölüm:
“Öğretmenliğe başladığım (1997) yılın ertesiydi ve 28 Şubat kararları sonrasında ‘8 yıllık Kesintisiz Eğitime’ geçeli henüz bir yıl olmuştu. O sene ortasında MEB tüm eğitim kurumlarına yazı göndererek ‘İlköğretimde derslerden kalmanın kaldırılacağını’ ve öğretmenlerin ‘bu konuda ne düşündüklerini’ yazılı olarak Bakanlığa bildirmeleri gerektiğini okullara iletmişti. (…) Ben dahil bütün öğretmenler ‘bunun eğitim adına çok kötü sonuçlar doğuracağını’ belirten açıklamalarla bu değişikliğe karşı çıktık.
Bunlara rağmen MEB ilköğretimlerde okuyan öğrenciler için ‘başarısız olunan derslerden kalma’ şartını kaldırdı. Buna mazeret olarak da garip bir mali hesap yapılıyor ve ‘sınıfta kalan öğrencilerin maliyeti’ gerekçe gösteriliyordu. (…) Maliyetin olası sosyal sorunlardan daha önemli kabul edildiğini; zira sosyal sorunlardaki yükselişin devlete muhtaçlığı/bağlılığı daha da artıracağı için burada bir başka ince hesabın mevcut olduğunu; bunun da sonuçta ideolojik bir bakışa karşılık geldiğini de o gün öğrenmiş olduk.
(…) Okula gelen müfettişler ‘artık herkesin mühendis, doktor vb, olması gerekmediğini’; ülkenin ‘eğitimli’ şoföre de çaycıya da temizlik görevlisine de ihtiyacı olduğunu; öğrencilerin sadece Atatürk’ü (şimdilerde Peygamber ile yer değiştirmiş) ve bayrağı tanıyıp saygı göstermelerinin yeterli olacağını’ öğütlüyorlardı.”
Sayın Yavuz Çobanoğlu’ndan bu alıntıyı niçin yaptım?
Çünkü bize, iktidarların değiştiğini, ama anlayışın, yaklaşımın temelde hiç değişmediğini, ideoloji, mezhep, inanç üzerinden sürdürülen siyasetin bizi nelere mahkum ettiğini gösteriyor.
“Herkesin mühendis doktor olmasına gerek yok, Atatürk’ü, bayrağı sevdirin yeter” diyenler, ilköğretimde derslerden kalmayı kaldırdı.
Onlardan sonra iktidara gelen AK Parti ise benzer bir yaklaşımla “Peygamberi, bayrağı sevdirin bize yeter” diyerek liselerdeki kalma şartını da kaldırdı. Ve neticede geçtiğimiz günlerde açıklanan PISA verilerinde, eğitimdeki felaket tablo gün yüzüne çıktı.
Bugün yaşadıklarımız esasında bir neden değil, sonuç. İdeolojik kavgayla sürdürülen siyasetin sebep olduğu bir sonuç.
Demek istediğim, Tayyip Erdoğan da esasında bir neden değil, bir sonuç. Eğer nedenler üzerinde tartışmazsak Erdoğan gider yerine bir başkası gelir ama sonuç değişmez.
Geçtiğimiz hafta, “Siyasetteki bu kilitlenmeyi çözecek yeni bir organizasyona ihtiyaç var. Bu nedenle demokrasi, özgürlük, eşitlik, insan hakları gibi değerleri benimseyen her kesimden topluma güven veren insanın bir araya gelerek bir parti kurmaları gerek” diye yazmıştım.
Yazıma çok olumlu geri dönüşler de aldım. Fakat bazı mesajlardaki umutsuzluk ve korku beni hayrete düşürdü.
“Böyle bir organizasyon yapılamaz”, “Ülke inanç, mezhep, ideoloji tartışmalarından kurtulamaz” diyenlerdeki umutsuzluk ve “Böyle bir şeye kalkışanları iktidar yaşatmaz, hapse tıkar” diyenlerdeki korku şaşırtıcıydı.
Çok yanılıyorsunuz. Gerçekten yapabiliriz!
Bu ülkeyi başörtülünün de başı açığın da, inananın da inanmayanın da… herkesin huzur içinde yaşadığı, kimsenin inancına, mezhebine, ideolojisine karışılmadığı, hukukun herkesin hakkını koruduğu, işini düzgün yapanın kimliğine, inancına, mezhebine bakmadan el üstünde tutulduğu, ‘bizden olmanın’ değil, başarının teşvik edildiği, yani liyakatin belirleyici, en önemli değerlerden biri olduğu bir ülke kurabiliriz.
Yıllardır süren bu anlamsız tartışmalar yerine tarımdaki yok oluşumuzu, teknolojideki geriliğimiz, sanattaki, bilimdeki eksikliğimizi giderecek tartışmalarla meşgul bir ülke olabiliriz.
Laiklik mi, Müslümanlık mı tartışmasının absürd bir tartışma olduğunu, ikisinin de bu ülke için vazgeçilmez değerler olduğunu topluma gösterebiliriz. Toplumu bu iki değere aynı anda sahip çıkmanın zor olmadığına ikna edebiliriz.
Çocuklarını “Sen hayatta olmadıktan sonra ‘dava’nın, ideolojinin ne anlamı kalır ki” diyen bir yaklaşımla ölüme değil, yaşama özendiren bir ülke olabiliriz.
Vatan sevgisinin her insanda var olan duygular olduğunu kabul edip her çocuğu bu ülkenin yarınına şekil verecek insanlar olarak görerek eğitime bu ciddiyetle yaklaşan bir ülke olabiliriz.
Eğitim sisteminde, benimsediğimiz inancı veyahut ideolojiyi referans almak yerine akla, bilme önem veren, bütün değerlerimize saygılı ve onlarla barışık nesiller yetiştiren bir yaklaşım geliştirebiliriz.
Şehirleşmede mimari estetiğe, çevreye, yeşile kıymet veren, bunun, insanın huzuru için olmazsa olmaz olduğunu benimseyen bir anlayışı etkin kılabiliriz.
Ülke kazanımlarını gözeten, ama aynı zamanda diplomasiye önem veren bir yaklaşımla dünyanın saygın ülkeleri arasında yer alabiliriz.
Demokrasinin, özgürlüğün, bağımsız yargının, bağımsız medyanın ekonomideki gelişmenin vazgeçilmez gerekleri olduğunu kabul edip bu değerleri gözü gibi koruyan, önemseyen bir ülkeye dönüşebiliriz.
‘Bizden-onlardan’ ayrımına son verip ‘bu ülkenin evladı’ ortak paydasında herkesi kapsayan yeni bir ‘biz’ tanımı yapabiliriz.
Yani bu kısır, anlamsız ve faydasız ideolojik tartışmalarla ömürlerimizi tüketmek zorunda değiliz. Herkesi kendimize benzetmek zorunda değiliz. Bizim gibi düşünmeyenlerin, yaşamayanların da doğru önerilerde bulunabileceğini varsayarak birbirimizin doğrularını dinleyecek, anlayacak bir yaklaşımı toplumda yaygınlaştırabiliriz.
Konuşarak her konuda asgari müştereklerde anlaşabiliriz. Gelişmiş birçok ülkenin yaptığı gibi.
Konu ülke olduğunda bütün farklılıkları bir tarafa bırakıp el ele verebiliriz. Yeter ki isteyelim.
Peki, madem kolay, niçin yapmıyorlar?
Çünkü istemiyorlar. Çünkü ülkenin kazanımını değil, benimsedikleri inancın, ideolojinin, kendi çevrelerinin çıkarlarını esas alarak politika üretiyorlar.
Her devirde bu böyleydi.
Yani Türkiye’nin bölünme tehlikesi değil, bütün olma sorunu var.
Bu sorunu çözebiliriz.
Korkmayın!
“İktidar yeni bir oluşuma, yeni bir parti kurulmasına fırsat vermez, işimizi kaybederiz, hapse atarlar, öldürürler” diyenlere…
KHK’larla, ekonomideki daralama neticesinde yüz binlerce insanın işini kaybettiği bir dönemde işini kaybetmekten korkmak… Hepimizin huzuru ve daha iyi bir yaşam için çabalayan gazetecilerin, aydınların hapse atıldığı bir dönemde hapse atılmaktan korkmak… Her gün onlarca çocuğun hayatının baharında toprağa verildiği bir dönemde öldürülmekten korkmak… Ne yazık ki “Bana dokunmayan yılan bin yaşasın” sefaletinden başka bir şey değil.
Her terör saldırısında onlarca insanımız ölüyor. “Sen böyle yaptın”, “Sen şunu dedin, ben bunu dedim” gibi kısır tartışmalarla bu felaketi durduramayız.
Siyasetteki bu tıkanıklığı aşacak bir formüle ihtiyaç var.
Topluma farklı bir tercih sunmaktan kaçınmak, korkmak, susmak, oturmak ne insanlığa sığar ne vicdana ne da ahlaka.
Ne yapacaklar? İyi bir yaşam isteyen milyonlar var. Hangi birimizi hapse atacaklar veyahut öldürecekler?
Kaldı ki biz değil, göz göre göre bu ülkeyi felakete sürükleyenler korksun.
Biz değil, 35 milyon insan açlık sınırında yaşarken lüks, şatafat içinde yaşam süren yöneticiler korksun.
Biz değil, her gün onlarca çocuğu, aptalca bir siyaset neticesinde toprağa gönderenler, bunu engelleyecek politika üretemeyenler korksun.
Biz değil, yolsuzluk yapanlar, ülke değerlerini eşe dosta peşkeş çekenler, işini düzgün yapmayarak ülkeyi beka sorunu yaşayacak duruma getirenler korksun.
Ya el ele verip burasını herkes için insan gibi yaşanacak bir ülke yapacağız ya da onlarca yıl sürecek bir yıkım içinde sefil hayatlar sürüp bu dünyadan göçeceğiz.
Tercih bizim.
Meraklısına not: Bu yazıları aktif siyasette bir alan kazanmak amacıyla yazmıyorum. Tek bir amacım var: İnsan gibi yaşayalım ve bunun için elimizden ne geliyorsa yapalım.