MURAT SEVİNÇ
Trajikomik kıssayı naklederek başlayalım: Başkanlık sistemi, 1982 Anayasası hazırlanırken o zamanın dalkavukları tarafından Kenan Evren’e önerilmiş ve ‘Diktatörlüğe yol açabilir’ yorumuyla reddedilmişti. Yavuz Donat ile 2004’te yaptığı söyleşide şunları söylemişti Kenan Evren: “ Dedim ki… Beni düşünmeyin… benim için yeni bir sistem getirmeyin… zira benden sonra ne olur bilemem… Öyle ya, biri gelir diktatör olur… Onun için bu konuyu benim dışımda düşünün.” Diktatörlük ‘endişesi’ taşıyan insan, Kenan Evren idi!
Başkanlık sistemini geçelim. Nasıl olsa olmayacak. Boş konuşuyorlar. Kısa süre sonra bu tartışmayı gündeme getirip kamuoyunu meşgul edenlerin, hüzünle hatırlanacağı kanısındayım. Burhan Kuzu ise Orhan Aldıkaçtı kadar dahi hatırlanmaz. Şirin Payzın’ın program arşivlerinde kalır; Etyen Mahcupyan’la birlikte! Biraz sabır…
Türkiye’de yaklaşık 40 yıldır ısıtılıp ısıtılıp önümüze konulan başkanlık önerisi, güçlü sağcı liderlerin fantezilerinden ve Amerikan hayranlıklarından kaynaklanır. Ciddi biçimde ilk gündeme getiren siyasetçi, 1970’lerin başında Necmettin Erbakan (Milli Görüş adlı broşürde). Sonrasında Özal ve Demirel de aynı tartışmayı başlattı ancak başarılı olamadılar.
Bu üç önemli ve güçlü siyasetçi bugün yaşamıyor, buna mukabil Türkiye parlamenter sistemle yönetilmeye devam ediyor. Türkiye’de, Türkiye için başkanlık sistemini savunan ‘aklı başında’ tek bir kamu/anayasa hukukçusu bulamazsınız. Tümü, parlamenter sistem yanlısıdır. Son zamanlarda sağda solda gördüğünüz, TV’lerde sabahlayan ve ‘uygun pozisyon’ karşılığında her görüşü savunabilecek ‘gevşek kravatlı’ akıl danelerinden söz etmiyorum. Türkiye’de ilgili alanda çalışan ciddi akademisyen/anayasacılar, 30 küsur yıldır, cumhurbaşkanının Anayasa’daki güçlü/karmaşık konumunu eleştirir ve klasik parlamentarizme yönelmenin demokratik sistem açısından daha uygun olacağını savunur.
Ne demektir bu? Olabildiğince kısaca:
Parlamentarizm İngiliz icadı. Sınıfsal ve kurumsal temelleri üç dört asırda oturdu ve ilkeleri 18. yüzyıldan itibaren açıklık kazandı. Yürütme organı ‘iki’ başlı. Başlardan biri ‘devlet başkanı’, diğeri ‘hükümet.’
18. yüzyıl ortalarından itibaren, yürütme organını oluşturan devlet başkanı ile hükümetin konumları birbirinden net olarak ayrılıyor. Parlamentoya karşı siyasal sorumluluğu olan, hükümet.
Siyasal sorumluluk kimdeyse, yetkiyi de o kullanır. Çünkü yetki ve sorumluluk paraleldir. İngilizler bu durumu şu sloganla açıklıyor: Kral hata yap(a)maz. Hata yapmazsa sorumlu değildir, sorumlu değilse yetkisi yoktur. Bu kadar basit.
Dolayısıyla parlamenter sistemlerin siyasal sorumluluğu olmayan devlet başkanlarının, yetkileri de büyük ölçüde sembolik. Meclise karşı sorumluluğun diğer kanatta olduğunu bildiklerinden, hükümet işlerine burunlarını sokmazlar.
Bundan üç beş yıl önce, veliaht Prens Charles’ın ‘bakanlar’a 20 civarında mektup yazdığının ortaya çıkması, epeyce büyük tepkiye neden oldu. Hiç kimse çıkıp ‘Adamcağız validesini beklerken kuruyup kaldı, ne olmuş yani bir iki lakırdı ettiyse’ diyemedi. Charles da, rezil olduğuyla ve çok muhtemeldir ki anasından yediği paparayla kaldı.
Bizim topraklar, parlamenter sistemin temel ilkesi ‘bakanların meclise karşı tek ve toplu sorumluluğu’ ilkesiyle 1909 yılında tanıştı. 1876 metnindeki değişikliklerden biri de buydu.
2015-1909= 106. Demek ki Türkiye 106 yıldır, parlamenter sistem ve tabii parlamenter demokrasinin kurum ve ilkelerini uygulayıp yerleştirmeye çalışıyor. Söz konusu çabada büyük ölçüde başarılı da oldu. Ancak 1982 Anayasası yürütme organını güçlendirirken ne yazık ki ‘sorumsuz’ kanada gereğinden fazla yetki verdi. Ancak parlamenter sistemden de vazgeçmedi. Sonucunda, amorf bir yapı doğdu.
2007’de yapılan anayasa değişikliği ise işleri daha da karmaşıklaştırdı. 2007 ilkbaharında AYM’nin verdiği skandal 367 kararını ve seçimde aldığı yüzde 47 oyu ‘fırsat bilen’ AKP, cumhurbaşkanının halk tarafından seçilmesine yönelik anaysa değişikliğini kabul ettirdi. Bugün pek kimsenin hatırlamadığı halkoylamasına katılım yüzde 60’larda kaldı ve değişiklik yüzde 70 küsur oyla kabul edildi. Tartışılamadı bile.
Değişikliğin sonucu şuydu: Siyasal sorumluluğu olmamasına karşın güçlü yetkilerle donatılmış ve bir de halkoyuyla seçilmiş, yani meşruiyetini seçimden almış cumhurbaşkanı modeli.
Doğrusu bu durumda sistemin işlemesi, yürütmenin iki başı arasında çatışma çıkmaması temennisine, dolayısıyla cumhurbaşkanı seçilecek kişinin ‘kişiliğine’ kalmış oldu. Cumhurbaşkanı konumunu bilirse ne ala. Bilmezse, kaçınılmaz bir yetki karmaşası ve çatışma.
İşte böylesi kırılgan bir yapıda, geçen yıl bu ay, Cumhuriyet tarihinde eşi benzeri olmadığını düşündüğüm biri olan Erdoğan, devlet başkanı seçildi. Uzatmaya gerek var mı?
Şimdi burada anayasal yetkileri vs. anlatmanın değeri yok. Anayasa’nın ilgili maddeleri her Allah’ın günü devlet başkanı tarafından çiğneniyor ve zaten kendisi de bunu inkâr etmiyor. Açıkça boyuna posuna uygun bir anayasa istediğini de dillendirdi. Hâl böyleyken yetki ve görevlerinden söz etmek saçma görünüyor. “Sistem fiilen değişti” diyen birine, ‘Anayasa’yı çiğniyorsun’ demek, sonu olmayan gülünç bir diyalogda ısrar etmek anlamına gelir.
Ayrıca kumaş kalitesi belli olan siyasal yapımızda, böylesi hukuk dışılıklar ‘zamanı gelmedikçe’ yani ‘güç dengeleri değişmedikçe’ yargılama konusu olmaz. Yasaması, yürütmesi ve yargısıyla devlet gücünü elinde tutanlar ‘ihlal’ eder; diğerleri ‘tespit’ eder! Bu kadar.
30yıl önce dürüst düşünce insanlarına, solculara, Kürtlere eziyet edilirken Kenan Evren tablolarını sergiliyor, Marmaris’teki ormanlık araziye villa yaptırıyordu. Devir değişti, tablolarını kapışan çıkarcılar cenazesine gitmedi.
Demem o ki ‘hesap vermek’, hukuki olmaktan çok, siyasal bir konudur. Koşullarla ilgilidir.
Herkes tanık olmuştur. Sazlı sözlü düğün ve davetlerde, gecenin başında iki dirhem bir çekirdek olan er kişilerin bir kısmı, sonlara doğru değişime uğrar. Kravat başta, ceket belde, terden sırılsıklam ve göbeğe doğru tek düğmesi çözülmüş gömlekler… Şık kadınlar rahatsızlık hisseder tabii, birlikte geldikleri erkeğin iki üç saat ve kadeh sonrası, salon ortasında harmandalı oynamaya çalışan bir oluşuma dönüşmesinden…
Memleket demokrasisi ve sağ partiler bana bu adamları hatırlatıyor. Bakın parti programlarına, seçim beyannamelerindeki demokratik vaatlere. İktidar olduktan bir süre sonra ‘sıkmaya’ başlar o ilkeler. Anayasa, yasalar, teamüller. Fazla gelir, terletir, bunaltır. Fırsat buldukça tek tek kurtulmaya çalışırlar. Biri, “Bir kere delmekle bir şey olmaz” derken iyice kendinden geçen beriki, ‘Fiilen değiştirdim’ deyiverir. Aradaki fark, fırsat ve güç farkıdır.
Çok partili yaşamda, Türkiye’nin güçlü sağ parti iktidarları 60 küsur yıldır, şu son derece basit gerçeği duymazdan, bilmezden ve anlamazdan geldi: Sandık, ‘kimin’ yöneteceğine karar verir. ‘Nasıl’ yönetileceğini gösteren, yürürlükteki anayasa ve yasalardır.
Ancak elbet bir gün anlayacaklar. Belki önümüzdeki seçim, güzel bir vesile olur…