H. AYHAN TİNİN
Sanat da var / Edebiyat
insanatinart@gmail.com
Sayın büyükşehir belediye başkanım,
Nihayet göreve geldiniz. Hem sizin hem de kadim şehrimiz İstanbul için hayırlı olsun.
Sayın başkan bu şehrin yaşayan ve yaşamayan edebiyatçılarının size gönderdikleri mektuplardan söz etmek isteriz.
Bu mektuplar bugün yazılmış değil.
Aslında direkt muhatabı siz de değilsiniz.
Çünkü hakiki yazarlar ve onların yapıtları gündelik, anlamsız, yurttaş yararına olmayan siyasi mugalatanın dışında sürdürürler yaşam eğrilerini…
Sayın İmamoğlu, İstanbul gibi bir büyük şehrin birçok altyapı sorunu var tabii, ancak bu şehri yazdıklarıyla güzelleştiren edebiyatçılar diyorlar ki; belediyecilik yalnızca altyapı değildir.
Onların dertlendikleri İstanbul’u İstanbul yapan silüetin, güzelliğin ve kültürün kaybolmuş olması.
Ahmet Midhat Efendi, Halit Ziya, Hüseyin Rahmi, Midhat Cemal Kuntay, Yakup Kadri, Ahmet Hamdi Tanpınar, Peyami Safa, Sait Faik, Haldun Taner, Orhan Kemal, Behçet Necatigil, Özdemir Asaf, İlhan Berk, Attila İlhan, Salah Birsel ve daha nice değerli yazarımız İstanbul’u yazdılar.
Kimi Osmanlı dönemini yazdı, kimi mütareke İstanbul’unu, kimi sosyal değişimlerini yazdı İstanbul’un kimi her mevsimin çiçeklerini, kimi sokaklarını ve o sokakların insanlarının hikayelerini anlattı, kimi üç bin yıllık kadim bir şehir kültürünün izlerini…
Şimdi birçoğu yıldızların arasından bazısı pencerelerinden bakıyor da, bir Attila İlhan dizesinde olduğu gibi “Bu şehir o eski İstanbul mudur?” diye soruyor.
Diyorlar ki; artık gördüğümüz güzelliğini, kültürünü, sevgisini, silüetini, hoşgörüsünü, muhabbetini kaybetmiş, sokaklarında çiçekleri solmuş, güzelim doğal parklarının yapmacık çiçeklerle kaplanmış, yeşilini gri betonlara terk etmiş, nezaketini kabalık ve görgüsüzlüğe kurban vermiş, “Sen kimsin kardeşim” ile “Sen benim kim olduğumu biliyor musun” cümleleri arasında terbiyesini yitirmiş, “Git istediğin yere şikayet et” cümlesiyle yalnızlaştırılmış bir İstanbul.
Diyorlar ki; Tophane, Salıpazarı, Fatih, Beyoğlu, Pendik, Eyüp, Göksu, Aksaray, Anadoluhisarı, Ayvansaray, Rumelihisarı, Sarıyer… Biz bu semtleri, bu semtlerin kültürünü, kahvehanelerini, mahalle dostluğunu, komşuluk ilişkilerini, ekmek kavgalarını, yardımlaşmalarını gördük, yaşadık, yazdık.
Diyoruz ki; bizler de edebiyatımızın ustalarından okuduğumuz İstanbul’u sevdik. Kendimizi İstanbul’un kültürüne uyumlamaya, yanlış yapmamaya, efendi olmaya, görgülü davranmaya, terbiyeli konuşmaya özen gösterdik.
Şimdi bu İstanbul’u romanları, öyküleri, şiirleriyle yazan ve yaşatan bütün edebiyatçıların sizden bir ricası var.
Diyorlar ki; İstanbul’da görev yapacak kişilerde bir liyakat arayacaksanız, bunun içine o binlerce sayfayla yazdığımız İstanbul edebiyatına biraz olsun hakim olmak, iki satır İstanbul şiiri okumuş olmak, bir Sait Faik hikayesinde adaları, vapurları ve martıları tanımış olmak, Yahya Kemal’in İstanbul’a baktığı tepeyi bilmek, Boğaz içinde oturan Orhan Veli’nin hüznünü anlamak, Salah Birsel’in kahvelerini öğrenmek; yani bir şehrin binalardan, beton meydanlardan, kanalizasyondan, iş merkezlerinden, AVM’lerden, otoyollardan ve köprülerden daha fazla bir şey olduğunu öğrenmek/bilmek dahil olsun.
Diyorlar ki; dostumuz Ahmet Haşim ‘O belde’ şiirinde, “Melali anlamayan nesle aşina değiliz” der ya, İstanbul’un edebiyatına, kültürüne aşina olmayan yöneticilerden çok canımız yandı.
Diyorlar ki; bir ağaç kesilirken bir insan kesiliyor gibi içi acıyan, üç bin yıllık İstanbul’u elli yıllık bir şehir saymayan, asfalta yeşilden daha çok önem vermeyen, kadim şehir kavramının ne olduğunu bilen yöneticilerin bu şehre hizmet vermesini arzu ediyoruz.
Diyorlar ki; bu şehri her kademede yönetecek olanlar, insanlık kültürünün gözbebeği olan İstanbul’a bir de bizim gözümüzle, gönlümüzle baksınlar…
Elçiye zeval olmaz…
Yolunuz, yüreğiniz, aklınız aydınlık ve açık olsun, Sayın Ekrem İmamoğlu