MURAT SEVİNÇ
Diken’deki son yazı, ‘ırkçılık’ eleştirisi üzerineydi. Sosyal medyada olmadığım için (ve umuyorum ki hiç bir zaman olmayacağım için) eş dost, yazıya gelen bazı tepkilerden haberdar etti. Sövenleri geçelim, o ahlak ve zeka düzeyiyle işim yok. Sövmeyip kızgınlık duyanların, tepki gösterenlerin ve eleştirenlerin, eğer yüz yüze olsaydık yüzüme söyleyebilecekken olmadığımız için bu yolu tercih edenlerin eleştiri ve kızgınlıkları, kuşkusuz değerli. Bu nedenle konuya devam edeceğim ve ilk yazıdan farklı olarak biraz daha dallı budaklı olacak. Ve yine konu üzerine yazılmış, birkaç kütüphane yer tutacak akademik eserlere (okuyabildiklerime!) hiç girmeden, günlük yaşamımıza dair örnekler vermeye çalışacağım. Sorular sorarak.
Öncelikle, tahmin edebileceğiniz gibi kimseyi küçük görmeyi hedeflemedim. Böyle bir huyum olmadığı gibi, anlamlı da bulmuyorum. Hedefleseydim, bunu yazardım. ‘Sadece soruyorum’ tarzında, tek satır yazmadım bugüne dek. Açık, Türkçe, doğrudan, anlaşılır olma gibi bir derdim var.
Ancak faşistleri ve ırkçıları elbette küçük gördüm. Çünkü faşizm ve ırkçılık berbat ideolojilerdir ve böylesi tehlikelerle canhıraş mücadele edilmelidir. Evet, bir kez daha: Irkçılar, dünyanın çevrelerinde döndüğünü zanneden aptal ve cahillerdir! Irkçılara ‘ırkçı’ demek gerekir. Bu hastalıklı ideolojiyle başka türlü mücadele edilemez. Lafı dolaştırmanın faydası yok, zararı var.
Tepkilerin tümünü, her bir sözcüğünü tahmin etmek mümkündü. Çünkü yarım yüzyıla yaklaşan ömrümde her Allah’ın günü duydum, tanık oldum. Şaşırtan tek bir sözcük olmadığı gibi, klişe dışına çıkan da yoktu. Olağandır. Milli eğitim tornası, insanlar soru sormasın diye dizayn edilmiştir. Yeni bir şey değil, on yıllardır.
Hâl böyleyken, kızgın okurların önemlice bir kısmının örneğin, “İyi olmuş bu peze…in atılması” dediğinden de eminim. Bakın açıkça yazmıyorum ki, küfrü kimse anlamasın! Haklılar. Bence de çok iyi oldu; yüzlerce ihracın ardından Türkiye akademisi daha seçkin, dünyada muteber hale geldi. Az sayıda meslektaşımız kaldı bu yönde düşünen. Onlar da atılırsa daha ‘seçkin’ olacak ve çocuklarınızı gönül rahatlığıyla ‘üni’versiteye gönderebileceksiniz artık. Vallahi şekerim, hayat sizlerin ve çocuklarınızın hayatı. Kolaylıklar ve saadetler dilerim. Geçelim…
Önce bir anı nakledeyim, sonra ‘tepkiler’ ve ‘sorular.’
Son yıllarda yüksek lisans sınavlarına aşırı bir talep olmaya başlamıştı. Bir kısmı hakikaten istediğinden, bir kısmı ‘CV’ merakından, bir kısmı da askerlik nedeniyle sanırım. Oysa alabileceğiniz öğrenci çok sınırlı ve sınav/mülakat için verilen süre de ‘bir gün’ kadardı. Saçmalığın daniskası. Başvuranlardan gelmeyenler oluyordu neyse ki! Adayın bilgilerini önünüze koyarak, yalnızca beş dakika ayırıp tanımaya çalışıyorsunuz.
İlk soru genellikle “Özel bir hazırlık yaptınız mı?” ve “Alana, konuya dair hangi okumaları yaptınız?” oluyordu. Ne beklersiniz yanıt olarak? Siyaset bilimi mülakatında, temel bir siyaset bilimi kitabından ya da önemli bir düşünürün eserinden örnek vermesini… Bir gün, ne yanıt verdi dersiniz karşımızdaki genç adam, ‘Siyaset bilimine dair özel bir okuma yaptınız mı?” sorusuna. “Evet, düzenli olarak Yılmaz Özdil okuyorum” dedi! ‘Ya sabır’ mı, ‘La havle’ mi, siz seçin. Bir hekimin, konusu ‘beyin cerrahisi’ olan mülakatta, “Düzenli olarak Mehmet Öz izliyorum” dediğini (bu bile çok daha tutarlı olur!) düşünsenize. İşte öyle bir duygu.
Örneği şu gerekçeyle veriyorum. O adayın yanıtında, son yıllarda giderek yaygınlaşan dehşetli bir özgüven, hatta özgüven patlaması ve tabii şuursuzluk vardı. Aslında epeyce ‘temsil’ niteliğine sahipti. Emin olun, sınavdan sonra yakınlarına “Abi torpil var bu sınavlarda, benim hakkımdı” demiştir. Kuşkum yok. Çünkü artık hiç emek harcamadan, doğuştan hak sahibi, bilgi sahibi, görgü sahibi olduğunu varsayan kalabalık bir kesim var bu memlekette. Bunların bir partisi vs. yok. Tüm ideolojileri ortadan bölen ‘milli bir hastalık’tan söz ediyorum.
Ortalama yurttaş, hele ki biraz eğitimliyse, sosyal bilimin alanına giren konuların tümüne dair mutlak ve doğru düşünce/söz sahibi olduğu kanısındadır. Misal, bir intaniye uzmanına gidip “Katılmıyorum, bence bende enfeksiyon yok” deseniz, herhalde sizi yaş meşe odunuyla kovalar ve muhtemelen hafif tabirle alık olduğunuzu düşünür. Buna mukabil, aynı intaniye uzmanı, başta Kürt sorunu olmak üzere tüm dünya ve memleket meselelerinde sarsılmaz bilgi ve kanıya sahiptir.
Oysa ‘sosyal bilim’ diye bir bilim dalı varmış, onun alt dallarında çalışan insanlar bir ömür tüketiyormuş, hatta bir iki fakültede ‘Kürt sorunu’ başlığıyla doktora düzeyinde dersler açılıp çalışmalar yapılıyormuş, ne gam! O hekim, o mühendis, o iktisatçı, o hukuk mezunu, o muhasebeci, konuyu elbette biliyordur. Elbette. Hem bu konularda bilinmeyecek ne var ki! Kör değiller işte, her şeyi görüyorlar, her şeyden haberdarlar, vatsap gruplarında ‘kuramsal’ tartışmalar yapılıyor, feysbukta ‘tarih’ konuşuluyor. Öyle değil mi? Bu toplum, ‘Felsefe yapma!’ uyarısını kimler ve hangi durumlar için kullanır, düşündünüz mü? Mustafa Topaloğlu ile Jean Paul Sartre’a aynı muameleyi yapan bir ortalamadan söz ediyorum!
Yaşlandığım için olsa gerek, bir ‘hatıra’ daha! Yıllar önce SBF’nin fakülte kurulunda, yeni iki anabilim dalı açılması konusu tartışılıyordu. Biri kadın çalışmaları, diğeri karşılaştırmalı yönetim sistemlerine ilişkindi. Dünyanın en sevimsiz hukukçu profesörlerinden biri masanın köşede oturuyordu. Dayanamayıp şöyle dedi: “Ya böyle bilim dalı mı olur, ne saçmalıyorsunuz, ben bunları gazetelerden okuyup öğreniyorum zaten!” Nasıl, müthiş değil mi? Bu zavallı yıllarca Mülkiye’de hocalık yaptı ve muhtemelen yaşamının son kırk yılında gazete dışında herhangi bir şey okumadı. Kabul etmeli ama, ‘ortalama yurttaşın duyguları’na tercüman oluyordu. Bir arkadaşımız da çıkıp “Bak Anadolu’nun her kahvesinde böyle iki kişi vardır” dedi de, toplantı şenlendi! Vardır hakikaten, her kahvede böyle birkaç kişi olur. Ancak konumuz kahveler değil şimdi!
Sosyal bilimin, tarihin konuları, kuşkusuz herkesin günlük yaşamına bir yerden değer. Bu nedenle yurttaş, günlük yaşantısı içinde, aslında bir yanıyla ‘güncel’ ancak diğer yanıyla ‘çok sayıda disiplin’in konusu olan ‘olay’ ve ‘olgular’ı deneyimler. Mesele şu ki o olay ve olguların nasıl değerlendirileceği, nasıl ele alınacağı, aynı zamanda bilimsel çalışmalarca ele alınıyordur. Yani kişinin bir ‘cinsiyet’i olmasıyla, ‘cinsiyet’ ve ‘cinsel yönelimler’ üzerine on binlerce yayın yapılmış, yapılıyor oluşu arasındaki fark gibi.
Ancak bu ayrımların farkında olmak/farkına varmak da ‘eğitim tornası’yla ilgili. “Ben bunları gazeteden okuyorum zaten” diyen profesör, anasının karnından hödük çıkmadı. O, bu hale gelsin diye memleketin tüm kurumları, o kurumların her bir dişlisi, on yıllarca çaba harcadı.
Demek ki öncelikle, yaşamlarımıza değen, günlük yaşamlarımızın bir parçası olan olayların, olguların, tarihsel süreçlerin; o anda yaşamımıza dokunan kısmı dışında da incelenmeye ve anlaşılmaya değer olduğunu kabullenmek gerek. Sorun, hiç kuşkusuz bir gazete yazarını okumakta değil, yaptığı okumanın bir ‘siyaset bilimi’ okuması olduğunu düşünmekte, anlayacağınız.
Yazıyı uzatmayayım, en iyisi bir iki gün sonra devam etmek. Çünkü ‘örnek’ ve ‘tepki’ çok hakikaten.
Mesele şu ki, bildiğimizi düşündüğümüz bazı şeyleri bilmiyor olabiliriz. Bize öğretilenlerden bir kısmı yalan yanlış olabilir. Yalan yanlışlar içinde, en somut gerçekleri dahi inkar ederek geçirdiğimiz ömrümüz, zihnimizi, dilimizi, davranışlarımızı belirlemiş olabilir. Hepimiz aldığımız eğitimin, koşullarımızın ürünüyüz. Koşullarından ve geçtiği tornadan ayrı bir insan olamaz. Toplumsal yaratıklarız. Başka bir şey değiliz.
‘Duyduğum’ eleştirenlerin tamamına yanıt vermeye çalışacağım. “Tek sorun Kürtler mi?”, “Kürt milliyetçiliği yok mu yani?” tepkileri dahil. Hatta belki ‘jip kullanan türbanlı kadın’a yönelik ‘antipati’ üzerinde de durmak gerekir! Belki kökeni sınıfsal olan bu kızgınlıkla, diğerleri aralarında bir ilişki vardır.
Sonraki yazıya kadar, özellikle ‘mafya’ sözcüğü üzerine düşünelim isterseniz. Hani diyorsunuz ya, “Kürtler otopark mafyası oldu”, “Bilmem ne mafyası Kürtler’in eline geçti” vb. Neden sizce diğer mafyalardan söz ederken ‘Türk mafyası’ demiyorsunuz? Yani sorun, Allah’ın cezası mafyatik örgütlenmeler mi, yoksa onların etnik kimliği mi? Bu sözcük tercihleri üzerine düşünmeye değmez mi? Yanıtınız olumluysa, bir sonraki yazıyı da okursunuz; değilse, siz bilirsiniz…
Bir dilek: Kimi isimler üzerine yazmak içimden gelmedi bugüne dek. Hele ki az çok tanıyorsam! Şaşmayan kuraldır, bu tipler kendilerini tutamaz, nasıl olsa bir süre sonra herkes kim olduklarını anlar düşüncesiyle. Ancak, annem babam vefat ettiği için, Baro Başkanı’nın Nuriye ve Semih hakkında söyledikleri beni biraz tedirgin etti! Ne olur ne olmaz, dünyanın bin bir türlü hali var; bana da ‘evlat edinecek bir sempati’ duymazsa, ziyadesiyle mutlu olurum.