Kızıl Goncalar’ın ilk bölümüne şöyle bir göz attım. Açık söylemek gerekirse izlemeye de çok niyetim yoktu. Bu güne kadar çekilen benzer içeriklerden daha ‘dokunulmaz’ bir alana dokunmaya kimilerine göre ‘cesaret’ kimilerine göreyse ‘cüret’ ettiği için benzerleri gibi yaptırım sınavlarıyla karşılaşması bekleniyordu. Tartışmamız gereken bu yapımlardaki araştırma, devamlılık, dramaturji, senaryonun kurgusal ve akışsal nitelikleri, oyunculuklar, sanatsallık, inandırıcılık ve belki de en önemlisi verilen toplumsal mesaj olmalıyken. Yine yasak konuşuyoruz.
Bu yapımların en çok önemsediğim yanı; gerçekliği her gün önümüze cinayetler, istismar ve işkence örnekleriyle düşen ve cezasızlıkla teşvik edilen toplum normları üzerinden bilinçli ve sistemli bir cahilleştirilen, popüler kültüre esir edilerek normali vasatın altı haline getirilen toplumda tüm bu yöntemlere rağmen yok edilemeyecek olan vicdan ve duyguları harekete geçirebilecek olmaları. Kimi zaman empatiyle kimi zaman özdeşlik duygusuyla insanları buluşturabilmeleri. Öyle sanıyorum ki yasakların arkasındaki en güçlü neden de bu. İnsanların zayıflıklarını, ihtiyaçlarını, yoksulluklarını kullanarak yalnızlıklarına, çaresizliklerine yanıt olabilecek bir aidiyet sunanların sahipliğinde, biat, itaat ve hizmete dönüşen hayatlara hak arama, itiraz etme ve kurtuluş umudu aşılayabilecek bu hikâyeler kapalı kapıların ardındaki gerçeklerin (tahmini ya da canlandırma düzeyinde bile olsa) ortaya serilmesinden daha büyük bir tehlike içeriyor. Durum böyle olunca da devletin en üst kademelerine kadar kadrolaşmış cemaatlerin elinden çocuklarımızı kurtaramazken ‘dizilerimizi nasıl kurtaracağız’ sorusu önümüze düşüyor.