ABD Dışişleri Bakanı Blinken’in “Savaş başladığından bu yana NATO’nun doğu kanadına 20 binden fazla takviye asker konuşlandırdık” açıklaması, ABD’nin Ukrayna savaşını Avrupa’daki varlığını güçlendirmek ve NATO üyesi AB ülkelerini kendi stratejisine bağlamak bakımından nasıl kullandığını çarpıcı bir biçimde ortaya koyuyor. Finlandiya ve İsveç’in NATO’ya üyelik başvurusu yapmaları da bu stratejinin bir parçası olarak anlam kazanıyor.
Ancak Ukrayna savaşı, savaş uzadıkça Rusya’nın daha fazla yıpranacağı hesabını yapan ve bu temelde Ukrayna’ya kesintisiz biçimde askeri destek sağlayan ülkeler için de faturanın giderek ağırlaştığı bir noktaya doğru ilerliyor. Bu noktada Avrupa Dış İlişkiler Konseyi (ECFR) adlı kuruluşun yaptırdığı anket sonuçlarına dikkat çekmek gerekiyor. Almanya, Fransa ve İtalya’nın da içinde yer aldığı on Avrupa ülkesinde yapılan ankete katılanların yüzde 35’i “her koşulda barış”ı savunurken, Rusya’nın yenilgiye uğratılmasını savunanların oranı yüzde 22’de kaldı. Oysa savaşın ilk dönemlerinde tersi biçimde Avrupa’nın her ülkesinde Rusya’nın yenilgiye uğratılmasına destek verenler çoğunluktaydı. Elbette savaşa desteğin azalmasında, savaşın uzamasının ve Rusya’ya yaptırımların faturasının giderek büyümesi ve AB’li emperyalistlerin bu faturayı halklara ödettirmesi belirleyici bir rol oynuyor.
İşte NATO liderler zirvesi böylesi bir siyasal ortamda Madrid’de toplanıyor. NATO’nun ‘yeni stratejik konsept’inin ilan edileceği zirvede, üyelerin güçlü bir ‘birlik’ mesajı vermesi amaçlanıyor.
Ancak biraz daha yakından bakıldığında NATO üyesi güçlerin farklı önceliklerinin olduğu göze çarpıyor.