ARDA EKŞİGİL
Yeri geldiğinde dil koparmak.
‘Dil koparma’ ifade/tehdidinin kan dondurucu şiddetiyle başlayalım. Eylemin görsel çağrışımı, memleketi yöneten Cumhurbaşkanı’nın ‘kem söz’ söyleyen dilin kopartılabildiği çağ-dışı bir zihin dünyasına hapsolduğunu (tekrardan) hatırlatması, ilkelliğinin orantısızlığı, hatta gülünç çocuksuluğu bile ‘bugünün insanını’ çarpıyor haliyle.
Fakat cümlenin, zihinsel bir zamanaşımının dışavurumu olmanın yanında, ‘zamana yayılan’ bir yanı da var. Yeri geldiğinde dil koparmak. Henüz değil, fakat zamanı geldiğinde.
Cumhurbaşkanının çok sevdiği, değişik vesilelerle kullandığı bir kalıp bu. 2014 yılında CHP (ve ‘kadere bakın’ ki MHP) belediyelerinin ‘paralel yapıyla’ mücadelesini yetersiz buluyor ve uyarıyor:
“Bu ihanet şebekesine göz yumanlar, sessiz kalanlar bilsinler ki, biz de, milletimiz de bunu not ettik, ediyoruz. Millet nezdinde hiçbir eylem hesapsız kalmaz. Zamanı gelince milletim hesabı en güçlü şekilde sorar. Biz de zamanı gelince sorarız.”
Yaptıklarınızı gördük, bir kenara yazdık, gün gelince hesabını -elbette milletimle beraber- soracağız. Fakat hiç şüphesiz aslında milletime (ve onunla beraber ‘şahsıma’) örtülü bir övgü, neredeyse tanrısal vasıflar yükleniyor burada. Milletimin ve şahsımın Tanrı misali ‘işitip duyamayacağımız hiçbir şey yoktur.’ Yalnızca bizim bilip tayin edeceğimiz vakit geldiğinde, nazarımızdan saklamaya çalıştığınız günahlarınızın cezasını keseceğiz. Milletin keseceği cezanın ‘sandıkta’ tecelli edeceği ima ediliyor muhtemelen. ‘Bizim keseceğimiz’ ceza ne türden olacak? Kocaman, ürkünç bir boşluk bırakılıyor burada. Zamana yayılması istenen bir tedirginlik, başımızın üstünde sallandırılan bir kılıca dönüşüyor.
Uyarıyla tehdidi ayıran ince çizginin ilerisi berisinde gezinen bu kalıp bazen de aczi yansıtıyor. Gücün yetmediği noktada garezi, anons edilen fakat ötelenmek zorunda kalan intikamı vaat ediyor. Ekim 2019’da Trump’ın kendisine yolladığı hakaretamiz mektuba ses çıkaramamanın kırıklığını taşıyor örneğin:
“Bunu unutmamız mümkün değil ama önceliğimiz olarak görmüyoruz. Vakti saati geldiğinde bununla ilgili gerekenin yapılacağının da bilinmesini istiyoruz.”
Dişimizi sıkıyoruz, sinirden köpürüyoruz belki, fakat an itibariyle elimiz kolumuz bağlı. Bağların (veya prangalarımızın) çözüleceği günler yakındır. Umut; fakat umudun ötesinde geleceğin belli bir plan program çerçevesinde tanzim edildiği, düşmana ‘had bildirilecek’ günün hazırlandığı, zafere ulaşabilmek için ilmek ilmek örüldüğü bir ‘sürecin’ – çok da gerçekçi durmayan – sönük ve mahcup vaadi.
Günümüzle gelecek (veya moda tabirle gelmekte olan) arasındaki bağı sıkılaştıran beyanatın çok yönlü ve kullanışlı tarafları var elbette. Davanın muğlak hedeflerine bir türlü varamamasının kullanışlılığı; tüm kudretimize rağmen hala elimizi kolumuzu bağlayan güçlerle mücadelenin sebatla ve teyakkuz halinde sürdürülmesi gerekliliği. Pedal çevir(t)meyi keserse düşeceğini hisseden iktidarın açlıktan bitap düşen bacak kasına kuvvet aşılaması. Saadet günlerine çıkacak yolun kılavuzluğunu üstlenirken “Şu (son) yokuştan sonrası bayır aşağı – şimdi pedallara her zamankinden çok asılma vakti” demenin yolu. Yokuş bir türlü çıkılamayınca, umudun yanına sessizce sıkıştırılan ‘sabır’ telkini.
Elbette, bu ‘gelecek projeksiyonu’, vaatkar olduğu kadar tehditkar da. Birine gösterilen havuç, bir başkasına sallanan sopaya, zamanı geldiğinde yapılacak kötülüğün müstehzi bir ifadeyle sunulan ‘teaser’ına dönüşüyor. Meral Akşener’e Rize’de yapılan fiziki saldırı sonrası kürsüden -neredeyse gizlenemeyen bir keyifle- “Daha neler olacak neler. Daha dur bakalım. Bunlar iyi günler” diyen Erdoğan, muarızlarının ‘gelecek zamanını’ da ipotek etmeyi ‘vaat’ ediyor. Kötülüğü takside bağlamak, usulca ve ustaca ‘yedirmek.’
Önceden hesaplanmış, yeri geldiğinde yedirilecek kademeli zulmün ön tadımını yapmanın ‘gündem değiştirme’ ve ‘toplumu hazırlama’ boyutu, dizginlenemeyen bir kin ve kibirle karışıyor. Gelecekte yapılması tasarlanan fenalığı müjdelemeden ‘duramamak’, bir anlamda dilini tut(a)mamak. Diline hakim ol(a)mamanın – veya artık olmak zorunda kalmamanın – dilediğine veya gücünün yettiğine istediğin hakareti edebilmenin keyfini çıkarmak. ‘Eline koz geçen’ Erdoğan’ın Avrupa’ya mültecilerle ilgili ‘uyarısında’ sezilen hafiflik duygusu bu esintiyi taşıyor:
“Kapıları açarız dediğim zaman tutuşuyorlar. Tutuşmayın, vakti saati gelince bu kapılar da açılır ve Suriyeli mülteciler salınır. Hadi bakalım yüz binleri bir de siz ağırlayın.”
‘Kapıları açarak’ ileride sebep olunacak buhrandan şimdiden haz duymak.
Yakın gelecekte koparılması öngörülen dillere dönelim. Erdoğan’ın son açıklamasında, ‘hedef gösterme’ gayesi dışında, icra edilecek vahşetin ve uygulanacak baskının tempo ve seviyesini ayarlayan, şapkadan çıkacak fenalığın ne zaman ve kime patlayacağını belirleyen ‘lider’ özgüveni seziliyor – veya sezdirilmek isteniyor. Bugünü olduğu gibi yarını da avucunun içine almış, fakat her şeye rağmen tedbiri elden bırakmayan bir lider. Henüz değil, ama yeri geldiğinde cızık çıkaran seslerin kesilebileceği, fazla uzamış dillerin koparılabileceği günleri milimetrik bir özen ve dikkatle tasarlayan geniş ufuklu bir önder.
Elbette, bu derece parlak gelecek planları olan bir liderin kendi zamanının çoktan geçmiş olduğunu kabullenememesi de, yeri geldiğinde çekilmeyi bilemeyen insan doğasının garip bir cilvesi olsa gerek.