AYŞE DENİZ YURDAKUL
@denizyurdakul
Bütün dünyada büyük yankı uyandıran ve çok sayıda Emmy dahil onlarca ödül kazanan, Mike White’ın White Lotus dizisinin ikinci sezonu da yayımlandı. Neredeyse ilkinden bile daha çok beğenilen ikinci sezon ayağının tozuyla Golden Globe Ödüllerinde ‘En İyi Mini Dizi’, ‘En İyi Yardımcı Kadın Oyuncu’ ve ‘En İyi Yardımcı Erkek Oyuncu’ dallarında adaylıklar aldı. Dizinin üçüncü sezonunun müjdesi de geldi.

White Lotus, bir beş yıldızlı oteller zincirinin ismi, dünyanın en güzel tatil cennetlerinde şubeleri var. Fakat otel deyince aklınıza insanların üst üste tatil yaptığı, her şey dahil konseptli ucuz tatil köyleri gelmesin. Burası, dünyanın en zenginlerinin gittiği butik bir otel. Otel personeli de multi milyoner müşterilerinin her türlü şımarıklığını, tuhaflığını ve özel isteklerini yerine getirmek için özel olarak yetiştirilmiş.
Genellikle müşteriler otelde bir haftalık periyotlar süresinde kalıyorlar. Biz de dizinin bizim için seçtiği bir grup müşteri ile birlikte otele check-in yapıp bütün tatilleri boyunca onları yakından tanıyor ve tatillerini izliyoruz. Dizi bu haliyle bana çocukluğumdan hatırladığım ve çok sevdiğim Aşk Gemisi’ni hatırlatıyor fakat Aşk Gemisi’nde karakterler karikatürize edilmiş ve son derece sığdır, biran evvel tüketilecek fast-food anlayışıyla çizilirler. White Lotus ise kendi karakterlerini en ince ayrıntılarına kadar inceliyor ve onları seyircisine beş yıldızlı otel mutfağından çıkmış bir şekilde servis ediyor.

Dizinin yaratıcısı, yazarı ve yönetmeni; kısacası her şeyi olan Mike White, evanjelist bir evde rahip bir baba ile büyümüş fakat White henüz 11 yaşındayken babası ailesine eşcinsel olduğunu açıklamış. White daha o zaman ‘aslında hiç kimsenin göründüğü gibi olmadığı’ fikrini kendisine takıntı haline getirmiş. Birkaç gün önce Katie Couric’e verdiği röportajda Mike White, “Bizler” diyor “Etrafa gösterdiğimizden çok daha komplikeyiz. Bir olduğumuz kişi var bir de dünyanın bizden olmamızı beklediği kişi var ve bu ikisi genellikle uyuşmuyor.” Mike White karakterlerinde gerçeği arıyor, onların gerçekten kim olduklarını görmemizi sağlayana kadar hepsini katman katman soyup çırılçıplak bırakıyor.
Bu çıplaklığı, White Lotus’un ikinci sezonunda her iki anlamda da görüyoruz. İlk sezonun özünde sınıf farkı vardı, bu sezonda ise cinsellik var. Dizi, otel konuklarını bu kez cinsellik, kadın-erkek çatışması ve sadakat kavramı üzerinden inceliyor. Üçüncü sezonun bir Asya ülkesinde geçeceğini, bu kez hikayenin doğu dinleri ve maneviyat üzerinden anlatılacağını da ekleyelim.
İkinci sezon da ilki gibi sondan başlıyor, takip edeceğimiz grubun geri döneceği günde otelin önünde denizin içinde birkaç otel müşterisinin cesedinin bulunduğunu öğreniyoruz. Kimin öldüğünü bilmiyoruz ve dizi yedi gün öncesine dönüyor. Dolayısıyla son gün birilerinin öleceği fikri sürekli kafamızın bir kenarında duruyor bütün sezon boyunca.

İlk hikayede birlikte tatile gelen aynı ailenin üç jenerasyon erkeği izliyoruz. Dede, baba ve torun Di Grasso aslen Sicilyalılar ve Sicilya’daki White Lotus’a da babaannelerinin doğduğu kasabayı görmek için gelmişler. Fakat İtalyan ailenin boomer ve jenerasyon x üyeleri yani dede ve baba, oldukça çapkınlar. İkisi de eşlerini bol bol aldatmışlar ve The Sopranos’un Micheal İmperioli’sinin müthiş bir başarıyla canlandırdığı seks bağımlısı babayı 25 yıllık karısı nihayet kapının önüne koymuş. Bu üçlü hep birlikte “Baba” filminin çekildiği çiftliğe gittiklerinde aralarında geçen konuşma ilişkilerinin dinamiğini de özetliyor. Dede en sevdiği filmin ‘Baba‘ olduğunu söyleyince Z kuşağı üyesi Stanford mezunu torun buna hiç şaşırmadığını söylüyor. “Siz” diyor “Tabii ki Baba’ya bayılıyorsunuz çünkü o size bütün sorunlarınızı şiddetle çözebildiğiniz, etraftaki bütün kadınlarla yatıp eve döndüğünüzde karınızı size yemek yaparken bulduğunuz o eril zamanları hatırlatıyor.”
İkinci hikaye birlikte tatile gelen iki evli çiftin hikayesi. İlk başta neşeli, sürekli sevişen, iki çocuk sahibi, zengin karı koca; sonradan parayı bulmuş, sıkıcı, aşırı disiplinli, soğuk çifte göre mükemmel görünse de hikaye ilerledikçe tabii ki gerçeklerin ilk başta göründüğü gibi olmadığını görüyoruz.

Üçüncü hikaye ise White Lotus’un ilk sezonunda hepimizi büyüleyen Tanya’nın, muhteşem Jennifer Coolidge’in devam hikayesi. İlk sezonda tanıdığımız Tanya bu sefer Hawaii’de tanışıp evlendiği kocası Greg ile birlikte Sicilya’ya geliyor. Tanya karakterini neden hepimiz bu kadar sevdik acaba? Çünkü Tanya yaşama karşı şehvet dolu, yemeye, içmeye, giyinmeye, sevişmeye bayılıyor. Bir çocuk kadar meraklı, saf, tuhaf, patavatsız ve nevi şahsına münhasır. Aynı zamanda bütün, kendi istediği gibi yaşamak isteyenler gibi “öteki” olduğu için de çevresi tarafından hırpalanıyor. Kocası Greg’in Tanya’yı tabaktaki bütün macaronları yediği için azarladığı sahne hangimizin canını yakmamıştır ki? Tanya, üzerine ölü toprağı serpilmiş milyarderler arasındaki en canlı, en ilginç, en büyüleyici şey.
İnanılmaz güzellikte Sicilya manzaraları, şık ve gösterişli mekanlar, nefis İtalyan müzikleri, sizi sürekli sol köşeden sağ köşeye fırlatan bir hikaye ve her an yeni bir yönü ortaya çıkan derinlikle analiz edilmiş karakterleri ile White Lotus size bir kere daha multi milyonerlerin hayatının bizimkinden çok farklı olmadığını, onların da bizim yaşadığımız acılardan, özgüven sorunlarından ve yalnızlıktan muzdarip olduğunu anlatıyor.
