1971 askeri cuntasının isteği doğrultusunda, CHP’nin de desteğiyle 61 Anayasası’nın özgürlüklerin sınırlanması başlıklı 11. maddesine “Devletin ülkesi ve milletiyle bölünmez bütünlüğü” gibi muğlak, özgürlükleri boğmaya uygun bir ek yapıldı. Genelkurmay Başkanı Memduh Tağmaç, “sosyal uyanmanın ekonomik gelişmeyi geçtiğini” belirterek anayasa değişikliği istiyordu. Bu arada Genelkurmay’da anayasa değişikliği çalışmaları yapacak olan bir “Planlama Grubu” oluşturuldu. Yani Tağmaç’ın analizine göre, emeğin sömürü ve istismarına dayalı rejime karşı tabanda bir uyanış başlamıştı. 61 Anayasasının getirdiği özgürlük ortamı bu farkındalığı yaratmıştı. Sermaye bundan rahatsızdı. Bu durum bir gerilim yaratıyordu. O halde bu uyanışı bastırmak için anayasada hak ve özgürlükleri kullanılamaz hale getirmeye yönelik kısıtlamalar yapılması şarttı. Bu kısıtlamaların en başta geleni özgürlükleri sınırlayan “Devletin ülkesi ve milletiyle bölünmez bütünlüğü” mottosuydu. Başta CHP Genel Başkanı Özgür Özel olmak üzere birçok muhalefet partisi liderinin canhıraş bir şekilde savundukları bu motto geniş halk kitlelerinin hak ve özgürlük talepleri önünde bariyer görevi gören faşist bir aparatın norm olarak kabul edilmiş haliydi.
Üstelik özgürlükleri kısıtlamak için kriter olarak kabul edilen bu motto halkın sömürülmesinin yoğunlaştığı, 24 Ocak kararlarının uygulandığı dönemde Evren-Aldıkaçtı grubunca 82 Anayasası’nın hem başlangıç metnine hem özgürlükleri sınırlayan 14. maddeye konuldu. Bununla da yetinilmedi, kurnazca 3. madde içine sokularak değişmez bir norm haline getirildi. Bu hamleyle emeğin sömürüsünün sürekliliği garantiye alınırken, Kürtlerin, Alevilerin ve diğer grupların hak taleplerinin bölünmez bütünlük karşısında kabul edilemez olması sağlanıyordu. Böylece özgürlükleri keyfi bir şekilde sınırlayan bir norm ölümsüz hale getiriliyordu. Politikacıların, akademisyenlerin, gazetecilerin bu denli antidemokratik bir mottonun tarihsel serüveninden, siyasi, hukuki ve ekonomik saikinden bihaber olmaları şaşırtıcı. Peki önce özgürlükleri sınırlayan ve daha sonra başka bir cunta tarafından değişmez hale getirilen bu motto etrafında neden bu kadar fırtına koparılıyor? Anlaşılıyor ki özgürlüklerin kısılması uluslararası sermaye kadar ülke sermayedarının da çıkarını koruyor. Türkiye’yi güçsüz bırakan etnik, dinsel, mezhepsel farlılıkların yarattığı iç gerilimlerin ortadan kaldırılmasını engelleme görevini görüyor.
Söz konusu mottonun değişmez hale getirildiği 12 Eylül 1980’e gidiş süreci ayrı bir yazı konusu. Ancak şu kadarını söylemeliyim ki; monist (tekçi) bir anlayıştan plüralist (çoğulcu) bir kuruluş felsefesine geçme ihtiyacı bulunmakta. Tek etnik kimlik, tek din, tek dil, tek kültür, tek mezhep kurucu felsefesi toplumdaki çokluğu kuşatamamakta, gerilimi arttırmakta. Başlangıç metni, değişmez maddelerindeki hak ve özgürlük kısıtlamaları, tutarsızlığı, dil hataları bakımından düzeltilmesi olanaksız, yurttaşlara ve topluma deli gömleği gibi giydirilen, demokratik, laik, sosyal, hukuk devletinin inşasını engelleyen, gelişmenin, yaratıcılığın, demokratikleşmenin, özgürleşmenin, barışın önünü tıkayan bu yükten kurtulmanın zamanı gelip geçmiş durumda. Ancak bunun için geniş temsile dayalı bir kurucu meclise, toplumsal meşruiyeti sağlayacak bir yönteme, en geniş ifade özgürlüğünün ve hukuk güvenliğinin sağlandığı bir ortama ihtiyaç bulunmakta. Anayasa Mahkemesi ve AİHM kararlarına uymayan bir iktidarla bu anlamda bir anayasa inşa etme imkanı bulunmamakta.