ARDA EKŞİGİL
1579 yılında Mısır’ın İskenderiye limanında yetkili Recep Bey, ülkede kol gezen vebanın payitahta yayılmaması için kutsal topraklardan gelen hacıların ve tüccarın gemilere binip İstanbul’a doğru yola çıkmasını engeller. Recep Bey’in kendi inisiyatifiyle aldığı tedbir Saray’ın kulağına gider, kendisine ivedilikle bir mektup yollanır. Aldığı karar yüzünden İstanbul’a dönmesi beklenen kafilenin mağdur edildiği, işbu mağdurların hareketine derhal izin verilmesi ve böyle bir hatanın tekrarının kendisine çok pahalıya mal olacağı, ‘bürokrasi dilinin sınırları biraz da zorlanarak’ bildirilir.
Şüphesiz ki modern çağ öncesi Müslüman toplulukların veba (ta’un) ve sair salgınla ilgili aldıkları/almadıkları tedbirlere bugünden bakıp burun kıvırmak anlamlı değil. Nükhet Varlık’ın ‘Akdeniz Dünyasında ve Osmanlı’da Veba’ isimli eserinde belirttiği gibi, Osmanlı veya herhangi bir Batı toplumunda 19. yüzyılın sonunda yaşanan ‘laboratuvar devrimi’ne kadar ‘mikrop’ ve ‘bakteri’ gibi oluşumların varlığı bilinmiyordu. Salgınların oluşma ve yayılma süreçleri hakkında bilinenler yetersiz olduğu gibi, salgınlarla yaşamaya da alışılmış, bu tür hastalıklar bir anlamda ‘evcilleştirilmişti.’ 16. yüzyılın meşhur ekabirinden Mustafa Ali, İstanbul’dan bahsederken şehri ‘her nesne nadir anda fe’emma vebası bol’ diye tanımlamıştı.
Toplumun üçte birini kıran, bir süre yok olup tekrar zuhur eden veba veya kolera gibi hastalıklar bugün bize tuhaf ve trajikomik gelecek ‘mücerreb’, yani ‘etkili’ sayılan yöntemlerle def edilmeye çalışılıyordu. Bunlardan bazıları, halen aşina olduğumuz Allah’a bolca zikir, fakire zekat verme, kağıda yazılmış belli Kur’an ayetlerini bir şifa tasına batırıp mürekkebin suya karışmasıyla tastaki suyu içme gibi nispeten bilinen yöntemler olup bazıları da daha sıradışı olabiliyordu.
Örneğin vebanın bir semptomu olarak koltukaltlarında beliren hıyarcıklara canlı güvercin veya tavuk ‘bastırılıyor’, kuş ölürse ‘zehiri almış’ ve hastayı tedavi etmiş sayılıyordu. Müslüman ve Hıristiyan bazı Balkan köylerinde vebanın ‘Baba Çuma’ isimli dişi bir kötü ruh olduğuna inanılıyor, uzaklaşması için köy meydanına tavuk, şarap, ayakkabı ve değnek gibi ‘adaklar’ bırakılıyordu. Gerektiğinde, keramet sahibi olduğuna inanılan şeyh veya evliyaya da başvurulabiliyor ve yardım istenebiliyordu. 14. yüzyılda, Abdal Musa’nın ‘ta’un (veba) askerlerine hükmettiğinden’, nerede veba salgını çıkacağını önceden tahmin edip hastalığı kendi çevresine yaklaştırmadığına inanılıyordu. Evliya Çelebi, Armağani Mehmed Efendi isimli bir mutasavvıfın rüyasında yaklaşan bir vebada kaç kişinin öleceğini öğrenip bunları isim isim kaydettiğini ve uykusundan uyanır uyanmaz dönemin padişahı IV. Murad’a koştuğunu, padişahın kağıda bakıp ‘meczub kaydıdır’ diyerek önemsemediğini, ertesi gün ise İstanbul’u saran vebada üç yüz bin kişinin can verdiğini, Evliya’nın ‘dramatik’ anlatımıyla öğreniyoruz.
19. yüzyılın ilk çeyreğinden itibaren, cüzzam gibi kadim veya kolera gibi nev-zuhur salgın hastalıklarının önünü kesmek için karantina uygulamaları başlatıldı. Fakat bundan çok önce de, yetkililerin hem İstanbul hem taşrada özellikle hijyen ve ahlaki düzeni (yeniden) tesis edeceği düşünülen tedbirlerle (mezarlıkları, fahişeleri ve ‘bekarları’ şehir dışına sürmek, mezbahaları düzenlemek, ara sokaklara kaldırım döşemek gibi) vebanın ortaya çıkması veya yayılmasını önleyecek çalışmalara giriştiğini biliyoruz.
Elbette, bu uygulamalar yer yer ters de tepebiliyordu. 1760 yılında, Akra şehrini vuran veba salgınına otoriteler bir dizi hijyen tedbiri aldı. Fakat yetkili idarecinin vebanın kedilerden geçtiğini düşünerek şehirdeki tüm kedileri telef ettirmesi hastalığın asıl taşıyıcısı olan farelerin çoğalması ve salgının şiddetlenmesine yol açtı.
Yüzyıllar içinde, bulaşıcı hastalıkların yayılmasını önlemek için yukarıda birkaç örneğini verdiğimiz bin bir türlü yola başvuruldu.
Miladi 2020’ye geldiğimizde ise ümmetin, dünyanın kalanıyla eş zamanlı olarak, ‘corona virüsü imtihanı’ başlarken, Türkiye dahil neredeyse tüm Müslüman ülkeleri, kaynaklarda görebildiğim kadarıyla ilk kez başvurulan, son derece ilginç bir karar aldılar: Camilerde cuma namazının kılınması yasaklandı – Körfez ülkeleri bir adım daha ileri gitti, ezanın içeriğini değiştirip ‘namaza gelin’ ifadesi yerine ‘evinizde dua edin’ (al salatu fi buyutikum) buyurdu.
Bu karar, birçoğumuz için son derece doğal, hatta ‘geç alınmış’ bir karar olarak görülebilir. Fakat hem Türkiye hem dünya Müslümanlarının en kutsal saydıkları bazı pratiklerden bu denli hızla vazgeçmeleri, karara tepkinin bu denli ‘cılız’ kalması (veya öyle görünmesi) virüsün yarattığı tehlike düşünüldüğünde son derece ‘insani’ ve ‘olağan’ sayılsa da, dindar Müslüman toplumların tarihsel olarak bu tür öldürücü salgın hastalıklar karşısında takınabildikleri tavırlar göz önüne alındığı zaman, son derece dikkat çekici. Müslüman toplulukların modern-öncesi çağlarda tedavi edilemeyen, bulaşıcı ve öldürücü hastalıklar karşısında nasıl tavır aldıklarını, hangi tartışmalara ve fikri çıkmazlara girip çıktıkları üzerinde durmaya değer. Elbette bunun için, salgınlar ve bulaşıcı hastalıklarla ilgili bugün veri kabul ettiğimiz tüm olguları bir kenara koymamız ‘mikrop ve mikroskop-öncesi’ çağlarda yaşamış insanların zihinlerine nüfuz etmeye çalışmamız gerekiyor.
Bilindiği üzere, klasik İslam düşüncesi farklı kaynaklardan beslenmiş birçok inanç ve geleneğin kesişmesi, çatışması ve harmanlanması sonucu teşekkül etmiş, değişen toplumsal koşulların da etkisiyle sürekli evrilmiştir. Dolayısıyla salgın hastalıklara ‘yekpare’ bir bakış veya tutumun takınılmadığı, salgınlar karşısında zaman ve mekan içinde birçok değişik tavrın alındığı göz önünde bulundurulmalıdır. Bunun yanında, Müslüman toplulukların veba ve benzeri bulaşıcı hastalıkları anlamlandırabilmek için belli kavram ve kalıplara, ortak bir referans havuzuna başvurmuş olduğunu söyleyebiliriz.
‘Bulaşıcılık’ (contagio/sirayet) kavramıyla başlayalım. 19. yüzyıl sonuna kadar Dar-ül İslam’da kaleme alınmış yüzlerce veba risalesinin en temel meselesi, hastalıkların prensip olarak ‘bulaşıcı olup olmadığı’ sorunsalıdır. Tevhid, yani Allah’ın birliği fikrinin çok güçlü olduğu ana akım Sünni İslam düşüncesine göre ta’un/veba (veya herhangi bir hastalık) bir insandan diğerine bulaşacak ‘iradeye’ sahip değildir. Allah hastalığı tamamen kendi iradesi uyarınca, her uygun gördüğü kişinin başına – genel inanışa göre cinler aracılığıyla ‘bireysel’ olarak indirir. Hastalık bir kişiden diğerine geçerek ‘başına buyruk’ hareket edemez, dolayısıyla ‘bulaşıcı’ değildir, her vaka münferittir. Doğada Allah’ın dışında, kendi kendine işleyen bir sebep-sonuçlar ağı (illiyet bağı) olduğunu ileri sürmek tevhid kavramına aykırıdır ve Allah’a şirk koşmakla eşdeğerdir. Müşahede yoluyla vebanın bulaşıcı olduğu sonucuna varmak duyulara fazla güvenmekten ileri gelir – kaldı ki veba bazen aynı hanede yaşayan herkese bile bulaşmıyor veya öldürmüyordur. Kainatta görünen görünmeyen her fiilin faili Allah’tır. Pamuğun ateşle temas ettiğinde yanması gibi bazı fenomenler insan gözüyle ‘tabiatın kanunu’ gibi algılansa da, aslında Allah’ın ‘adetten’ sürekli olarak ‘en ince ayrıntısına kadar’ tekrardan yaptığı eylemlerdir. ‘Başa gelen’ veba müminler için bir musibet değil tevekkülle karşılanacak, yolu şehadete çıkan bir lütuftur.
Elbette, ‘ehl-i tecrübe’ birçok İslam alimi ve hekimi bu düşünsel kalıbı görmezden gelerek veya etrafından dolaşarak vebanın ‘bulaşıcılığı’ ve nedenleri üzerinde durmuş, genellikle ‘havanın yozlaşmasından’ (miasma teorisi) kaynaklandığını ve hastaların salgıladığı kötü kokular üzerinden bulaştığını belirtmişlerdir. İslam tarihinin en saygın ilahiyatçılarından Er-Razi gibileri (ö.1210), veba değilse de cüzzam, epilepsi ve kellik gibi bir takım marazın ‘bulaşıcı’ olduğunu ‘kabullenmiştir’. Lisanüddin bin Hatip (ö.1374) gibi başka mütefekkirler ise, alimler arasında yaygın görüş olan ‘sirayet yoktur’ görüşünü daha da keskin biçimde reddetmiş, gerekirse bu görüşü desteklemek için peygambere atfedilen birtakım rivayetlerin de ‘gözden geçirilmesi gerektiğini’ açıkça dile getirmişlerdir.
Doğal veya uhrevi, vebanın menşei her ne/kim olursa olsun, tüm veba risalelerinde öne çıkan bir diğer husus, ‘vebadan kaçmanın caiz olup olmadığı’ tartışmasıdır. Meselenin halli için ilk başvurulan kaynak çoğu zaman olduğu gibi nebevi tıp geleneği, yani Peygamber’in belli tıbbi konularla alakalı olarak ümmete tebliğ ettiği iddia edilen öğütlerdir. Göreceğimiz üzere, alimler aldıkları pozisyonu desteklemek için peygambere yorulan sözleri ya görmezden gelecek ya da kendilerine göre yorumlayacaklardır.
Peygamberin veba/ta’unla ilgili en çok atıfta bulunulan vecizesi, Müslümanların vebanın ‘bir yerde çıktığını duyarlarsa oraya gitmemeleri, bulundukları yerde çıktıysa da oradan ayrılmamaları’ yönündeki görüşüdür. İlginç şekilde, bu tavsiye/emir yoruma açıktır. Cümlenin ilk bölümü tedbir öngörür, ikinci bölümü genelde ‘kaderine teslim ol’ şeklinde anlaşıldığından, tevekküle işaret eder. Osmanlı topraklarında, kabaca 16. yüzyıla kadar kaderci/mütevekkil bir anlayışın yansıdığı risaleler daha çok görülmekle beraber takip eden yüzyıllarda müdebbir (tedbirci) bir yaklaşımı savunan metinlerin çoğaldığını görürüz. Elbette, bu ayrımın her zaman keskin şekilde yapılamadığını, kaderci pozisyon alan metinlerde bile insana belli oranlarda ‘sorumluluklar’ yüklenebildiğini gözlemliyoruz. Bir yandan günümüz tabiriyle ‘dik durup’ vebadan kaçmamanın şehadetle ödüllendirileceği söylenirken, diğer taraftan ölüme dört nala koşulmaması ve tedavi yollarının aranması gerektiği, aksi halde bunun büyük günah sayılan intiharla eşdeğer olacağı vurgulanır. Elbette, kişiye açılan bu ‘hareket alanı’ daha fazla genişletilmez, insanın sınırları, zaafları ve eceli önceden tayin edilmiştir. Nerede olursanız olun ölüm sizi yakalar; sarp ve sağlam kalelerde olsanız bile (Kur’an, 4:78). Kuraklık ve veba türü musibetlere karşı tertip edilen toplu duaların Allah’a şirk koşmak, O’nun mutlak iradesine karşı çıkmak anlamına geldiği iddia edilerek eleştirilir. Bulaşıcılığı gözlemlense de ‘resmen kabul edilmeyen’ salgın vakitlerinde Müslümanlar kaçmamalı, tersine hiç olmadığı kadar omuz omuza vermeli, selam alıp verme, ceset yıkama ve cenazelere katılma gibi farzları mutlaka yerine getirmelidir.
Günümüz zaviyesinden bakarak “Katı” diye tanımlayabileceğimiz bu tutumun karşısında daha pragmatik, insanoğluna yaklaşan felaket karşısında bir seçim ve özgürlük alanı tanıyan yaklaşımların dayanak noktası da yine peygamber ve Sahabe’nin Sünneti olmuştur. Hz. Muhammed’e atfedilen ‘cüzzamlıdan aslandan kaçar gibi kaçın’ sözü, Müslümanların yaklaşan musibetlerden kendilerini sakınma ‘hakkının’ tescili olarak yorumlanmıştır. Bir Hz. Ömer kıssası, bu yaklaşımı destekler. Rivayete göre Hz. Ömer, ordularıyla Şam-Hicaz yolu üzerindeki Serğ kasabasına doğru ilerlerken, bölgede veba salgını olduğunu öğrenmiş ve birliklerinin yönünü değiştirmiştir. Sahabe’den Ebu Ubeyde, Ömer’in aldığı karara “Allah’ın kaderinden mi kaçıyorsun” diye sorarak itiraz etmiştir. Hz. Ömer, “Allah’ın kaderinden yine O’nun kaderine sığınıyorum” diye yanıt vermiş, vebaya karşı tedbirin de yine ‘O’nun iradesiyle’ alındığını ima etmiştir. Veba yangın gibidir ve yangından kaçmak mübahtır. Bazı alimler, uzlaşması zor görünen bu iki farklı yaklaşımın sentezini yapmaya da gayret göstermiştir. Klasik Osmanlı çağının önemli düşünürlerinden Taşköprizade Ahmed Efendi (ö.1561) ‘akli’ ve ‘nakli’ (hadis) gelenekleri harmanlayarak, günümüz okuyucusuna tuhaf gelebilecek bir orta yol bulmuştur: Allah’ın indirdiği musibetten ‘tedavi aramak üzere uzaklaşmak’ caiz fakat telaşla, ‘kaçmış olmak için kaçmak’ yasaktır.
19. yüzyılda, Osmanlı ve İslam topraklarında o vakte kadar çok nadiren başvurulan ‘karantina’ önlemleri, batı ülkelerindeki gibi sistematik olarak uygulanmaya başlar. 9 Mayıs 1838’de, Osmanlı İmparatorluğu’nun resmi yayın organı ‘Takvim-i Vekayi’ gazetesinde peygamberin “Cüzzamlıdan aslandan kaçar gibi kaçın” sözüne de atıfta bulunarak salgın hastalıkların bulaşıcılığı ve yeni tedbirler savunulmuş, kaderci yaklaşım açıkça reddedilmiştir. Günümüzde ümmet nezdinde öncelik kazanan ‘önce tedbir sonra tevekkül’ anlayışının yüzyıllar içinde, adım adım mevzi kazandığını, Allah’a sığınıp türbe parmaklığı yalayanların azınlığa düştüğünü gözlemlemek güç değil. Taşlaşmış ve köhnemiş olduğu varsayılan İslami düşünce ellerine lateks eldivenleri geçirmiş, Cübbeli Ahmet Hoca’nın aktardığı bir hadise de dayanarak kişiler arasında ‘bir mızrak boyu’ sosyal mesafe bırakmaya özen göstermekte, değişen dünyanın gereklerine sessizce ayak uydurmuş görünmektedir. Hz. Ömer’e ordularını kadere boyun eğerek veba salgınına sokmadığı için içerleyen ve kendi vebadan ölen Ebu Ubeyde’in ‘mütevekkil yaklaşımı’ pek revaçta değil. Camilerin cemaate kapatılması konusuna açıklık getiren Konya il vaizi Mehmet Toker’in tabiriyle, “Biz devemizi sağlam kazığa bağlayıp sonra Allah’a tevekkül etmeyi tercih ediyoruz.”
Kaynaklar
Andrew Robarts, ‘Nowhere to Run To, Nowhere to Hide? Society, State, and Epidemic Diseases in the Early Nineteenth-Century Ottoman Balkans’, Plague and Contagion in the Islamic Mediterranean içinde, ed. Nükhet Varlık, ARC Humanities Press, 2017, s.221-241.
John J. Curry, ‘Scholars, Sufis, and Disease: Can Muslim Religious Works Offer Us Novel Insights on Plagues and Epidemics among the Medieval and Early Modern Ottomans’ Plague and Contagion in the Islamic Mediterranean içinde, ed. Nükhet Varlık, ARC Humanities Press, 2017, s.27-55.
Justin K. Stearns, Infectious Ideas: Contagion in Premodern Islamic and Christian Thought in the Western Mediterranean, Johns Hopkins University Press, 2011.
Nükhet Varlık, ‘Osmanlılarda Veba Salgınları’, Toplumsal Tarih, sayı 296, 2018, s.30-36.
Nükhet Varlık, Plague and Empire in the Early Modern Mediterranean World: The Ottoman Experience, 1347-1600, Cambridge University Press, 2015.
Tim Winter (ed.), The Cambridge Companion to Classical Islamic Theology, Cambridge University Press, 2008.
Yaron Ayalon, Natural Disasters in the Ottoman Empire: Plague, Famine, and Other Misfortunes, Cambridge University Press, 2015.