ARDA EKŞİGİL
“STK mensubu dedikleri, Türkiye’nin Soros’u denilen kişinin havası çıktı meydana. Bağlantılar çıktı ortaya. Siz kime neyi yutturuyorsunuz ya?”
Cumhurun başı, 2017’de Kavala’nın tutuklanmasını bu sözlerle savunarak başlatmıştı ‘süreci‘. Dipsiz ve nihayetsiz dış mihrak edebiyatının en bilindik, yavan salvolarıyla açılmıştı yaylım ateşi. Tutsak edilmiş, kendini savunabilme imkanı kalmamış kurbanı kürsülerden aşağılayıp iftiraya boğarak Türk adaletinin şefkatli kollarına emanet etme geleneğinin oldukça vasat bir numunesi sunuldu peşinden. İçeriden, dışarıdan itiraz sesleri yükseldikçe, ‘zulümde dik duruş’ sergilemenin hazzı tadıldı bir kez daha. Epeydir aşina olduğumuz adaletin ümüğünü sıkma, insanların hayatını karartma kararlılığından -haşa- dönülmedi.
Fakat bu alışılmış kötülük tablosunun en başından beri akılları kurcalayan yönü, işin motivasyon kısmı oldu. Erdoğan’ın, Kavala hıncının kaynağı neydi?
Kavala, Erdoğan’ın alt edemeyince hapse attırdığı siyasi hasımlarından, bürokrasiye doldurup anlaşamayınca tasfiye ettiği ‘eski partnerlerinden’ değil. İktidarını doğrudan karşısına almış azılı bir muhalif de değil. Toplumun birbirine düşman (edilmiş) kesimlerini uzlaştırmak ve barıştırmak için vaktini ve maddi gücünü sarfeden bir insan hakları aktivisti. Erdoğan’ın, hatta onun şahsını aşacak biçimde devlet kadrolarının zihniyet kalıplarının bu tür ‘faaliyetler’e hangi gözle baktığını, uzlaşma yanlısı kanaat önderlerinin gördüğü muameleyi düşünürsek – örneğin Hrant Dink veya Tahir Elçi – Kavala’nın talihli sayılabileceğini ifade etmek ne yazık ki mümkün. Siyasal şiddetin, iktidar veya muhalefetin şahin ve çığırtkan kanatlarını teğet geçerek ılımlı ve uzlaştırıcı figürleri hedefe oturtması, Devlet-i Aliyye’nin fıtratında olsa gerek.
Otoriter ve çatışmacı (neo-ittihatçı) paradigmanın yerine barışçıl ve demokratik bir nizamın Türkiye’de hakim olmasını dileyen ve bu yönde faaliyet gösteren Kavala’nın, Erdoğan’ın bayraktarlığını üstlendiği milliyetçi-muhafazakar çizgi tarafından etkisiz kılınmaya çalışılması belli ölçüde anlaşılabilir. Fakat meselenin aldığı boyut, toplumsal kutuplaşmanın omuzlarında yükselegelmiş devlet ricalinin endişeli saldırganlığıyla açılanamayacak kadar karmaşık. Kavala’nın bu denli ağır eziyete maruz bırakılmasının ‘yerli-milli refleks’in ötesinde başka sebepleri de olmalı.
İlk olarak, meseleyi ‘kişiselleştirelim’. Erdoğan’ın, Kavala’nın temsil ettiği sınıf ve zihniyete şahsi bir garez beslediğini öne sürmek yanlış olmayacaktır. Eski Türkiye sermayesinin Robert Kolej mezunu (yani ‘Frenkleşmiş’) mirasçılarındandır Kavala. Erdoğan’ın elde ettiği tüm güce rağmen bir türlü bastıramadığı sınıf ve kimlik buhranının beslediği intikam duygusunun açık hedefidir bu anlamda. Cumhuriyet burjuvazisinin diğer yüksek şahsiyetleri kadar ‘işbirliğine yatkın’ olmaması, konumunu iyice zayıflatır. Erdoğan’ın ayağına doğrudan basmasa da hamisi olduğu faaliyetlerle kindar ve dindar nesiller yetiştirme davasına uzun vadeli bir ‘tehdit’ oluşturmaktadır. Tehdit ve tiksintinin buluştuğu yerde, Erdoğan’ın gazabına uğramıştır Kavala.
Erdoğan’ın kişiliğine dayanarak öne sürülebilecek bir başka hipotez, şahsı ve çevresinin iyice paranoyaklaşıp ‘Türkiye’nin Soros’u Kavala’nın iktidarlarına sahiden varoluşsal bir tehdit oluşturduğuna kendilerini inandırdığı ve bu tehdidi kendilerince ‘bertaraf’ ettiği bir alemde sıkışıp kaldığı. Erdoğan ve etrafındaki çemberin, ‘kökü dışarıda’ ihanet şebekelerinin ‘bağlantılarının ortaya çıkartılarak’ çökertildiği ve işbirlikçilerin en ağır cezalara çarptırıldığı bir polisiye romanın içinde yaşıyor olma ihtimali, sanıldığı kadar düşük olmayabilir.
Tüm bu ihtimallere karşın Kavala’ya reva görülen muamelenin yalnızca kişisel garez ve evham kaynaklı olmadığı, belli bir hesap kitap doğrultusunda yürütüldüğü varsayımıyla hareket etmek daha anlamlı olacaktır. ‘Kavala hıncı’, kötücül – fakat rasyonel – bir ‘medeni alemden kopuş hikayesi’nin önemli ayaklarından biri olarak düşünülebilir.
Tutukluluk fermanı çıkmadan evvel, Erdoğan ve çevresinin bunun Batı kamuoyunda yaratacağı tepkiyi öngörmemesi olanaksız. Kavala’nın yıllar içinde Batı’nın demokratik kurum ve kuruluşlarıyla kurduğu ve yürüttüğü ilişkiler malum. Bu kurum ve aktörlerin duruma sessiz veya kayıtsız kalmayacağı da aşikar. Sürecin yönetilme biçimi tam da bu tepkinin arandığını, itişme için zemin kollandığını düşündürüyor. Kavala’nın serbest bırakılmasını talep eden büyükelçileri sınırdışı etmeye kalkmaktan, AİHM’in aldığı bağlayıcı kararları uygulamamaya kadar giden bir dizi ‘meydan okuma’, Erdoğan’ın asıl derdinin Kavala değil, içeride tutulmasına ses çıkaran yurt dışı aktörlerle olduğunu hissettiriyor. Bu anlamda Kavala davasının, yıllardır itinayla tesis edilmeye çalışılan ‘mutlak keyfilik’ düzeninin önündeki nihai engel olan Avrupa Konseyi ve AİHM’den kurtulma vesilesi olarak araçsallaştırıldığını düşünmek zor değil. ‘Sürecin sonunda’ Avrupa Konseyi’nden atıldığında Erdoğan pabucundaki son çakıl taşından da kurtulmuş olacak.
Her köşe başında gizli eller ve karanlık emeller görmeye meyyal toplumun önüne ‘dış dünyayla ilişkisi kuvvetli’ Kavala profilini sürmek, onun üzerinden bir ‘bağımsızlık savaşı’ yürütürmüş gibi yaparak Batı’nın ‘prangalarından’ kurtulmaya kalkmak, meselenin kişisel garezden çok öte, oldukça soğukkanlı bir kötülük tertibi olduğunu düşündürüyor. Evrensel hukukun zincirlerinden başı dik, alnı ak bir kurtuluş. ‘Kim ne derse desin’ciliğin konforlu tahtına yayılmak. Kendi derebeyliğini kurmak adına ülkeyi medeni dünyadan koparıp, itibar ve istikbalini tarumar etmek. Uçsuz bucaksız bir yerli-millilik fanusu içinde keyfince at koşturup, şehzade ve damatlarla okçuluk oynanılacak çorak toprakların efendisi olmak.
Yalnızca bize ait, tam bağımsız bir çoraklık.