YASİN TÜRKER*
Türkiye, 90’lı yılların sonunda İsrail ile Scudlara karşı Arrow füzelerini birlikte üretmek için görüşmelere başladı. Başlangıçta ABD’nin itirazlarıyla karşılaşılmasına rağmen, itirazlar ortadan kalktığında bu defa Türkiye’nin içinde bulunduğu ekonomik kriz nedeniyle füzeler temin edilemedi.
2006 yılında Savunma Sanayi Müsteşarlığı T-LORAMIDS (Türk Uzun Menzilli Bölge Hava ve Füze Savunma Sistemi) Projesi ile Bölgesel Hava Savunma Sistemlerini tedarik etmek için tekrar adım attı ve 2010 yılında Teklife Çağrı Dosyası (RfP-Request for Proposal) yayınlandı. 2013 yılında hazır alım ve teknoloji transferi şartıyla düzenlenen ihaleye;
- ABD Patriot PAC3 sistemi,
- Rusya S-300 ve S-400 füzeleri,
- Çin FD-2000 füzesi,
- Fransız-İtalyan ortaklığı ise SAMP-T sistemiyle katıldı.
Dünya devlerinden gelen tekliflerde teknoloji transferi şartı karşılık bulmadı. En yüksek teklifi veren Rusya, ihaleden ilk elenen firma oldu. Amerikan Patriot’ları ise, çok pahalı olması yanında teknoloji transferine yanaşılmayınca Türkiye’nin tercihi olmadı. Fransız-İtalyan ortaklığındaki EUROSAM’ın SAMP-T sistemi ve Çinli CPMIEC’in FD-2000 füzesi ihalede öne çıktı. Türkiye, 3,4 milyar dolarla en uygun teklifi veren ve yerli katkı oranını yüzde 30’a çıkarmayı kabul eden Çin ile sözleşme görüşmelerini başlattı. Ancak CPMIEC firmasının İran’a silah satışı yüzünden ABD’nin yaptırım listesinde olması nedeniyle, ABD ve NATO’dan Türkiye’ye eleştiri ve uyarılar yöneltildi. (Tarih tekerrür mü ediyor?)
Türkiye, bir yandan Çin ile görüşürken, bir yandan da ikinci sıradaki Avrupalı SAMP-T ve üçüncü sıradaki Amerikan Patriot üreticileriyle görüşmelerini sürdürdü. Türkiye’nin istediği fiyat indirimi ve teknoloji transferi Amerika ve Avrupalı müttefiklerinden karşılık bulmadı. Türkiye’nin Çin ile anlaşma imzalamasının hemen ardından Amerikalı askeri yetkililerin füzelerin NATO hava ağına entegre edilemeyeceği konusunda Türkiye’ye yaptığı baskıya karşın; Türkiye, Çin füzesinin gerekirse NATO’ya entegre edilmeyeceğini ve milli hava ağında kullanılacağını vurguladı. Basında yer alan bilgilere göre belki de ABD baskıları sonuç verdi ve Çin ile yapılan anlaşma 2015 yılında iptal edildi.
15 Temmuz darbe girişiminden sonra Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan’ın Mart 2017’deki Moskova ziyareti sırasında ilk kez S-400 alımı gündeme geldi. Süreç yaklaşık altı ay içinde hızla anlaşmayla sonlandırıldı. Dönemin milli savunma bakanı Nurettin Canikli’nin beyanına göre Rusya ile S-400 anlaşması yapıldıktan sonra hava/füze savunma sistemi ihtiyacımız için EUROSAM ortakları İtalya ve Fransa ile de niyet beyanı imzalanmdı. İçinde bulunduğumuz temmuz ayının ikinci haftasında S-400 füzelerinin teslimine başlandı.
Tehdit ve neden S-400?
AKP iktidarının ilk 10 yılındaki temel söylem ‘askeri vesayet’le -her nasıl tanımlanıyorsa- mücadele edilmesiydi. Bu mücadele uğruna özellikle ‘Balyoz’ ve ‘askeri casusluk’ davalarında yüzlerce masum vatandaş tutuklu olarak yargılandı ve sonrasında TSK’dan tasfiye edildi. Ama bedeli masum insanların canları ya da hayatlarının karartılması da olsa bu mücadele kazanılmış (!) gibi görünüyor. Genelkurmay başkanlığı ve kuvvet komutanlıkları ‘sivil’ milli savunma bakanlığına, hatta belki de az gelir düşüncesiyle cumhurbaşkanına da bağlandı; jandarma ve sahil güvenlik birimlerinin TSK ile bağı koparılarak içişleri bakanlığı emrinde görev yapması sağlandı.
Acaba geldiğimiz aşamada daha sağlıklı savunma politikaları oluşturulduğunu söyleyebilir miyiz? Ülkemizin tam bağımsız politika oluşturmasına bir engel olarak görülen ABD yaptırım tehditlerine karşı kamuoyu tek vücut olarak karşı durmakta ve tüm siyasi partiler bu konuda ortak söylem geliştirmekte. Bu doğru bir tavır. Ama asıl tartışılması gereken konuyu gözden mi kaçırıyoruz? Neden, kime karşı ve bu kadar aceleyle S-400 alıyoruz?
Öyle ya, maliyeti yaklaşık 2.5 milyar doları bulan bir silah sistemini sırf Ruslar düşürdüğümüz uçaklarının acılarını unutsun, Suriye’de politikalarımızı desteklesin veya ABD’ye haddini bildirelim diye almıyoruz değil mi?
S-400, uçaklara ve seyir/balistik füzelere karşı 400 km uzaktan başlayarak derinliğine bölgesel savunma sağlayan bir sistem. Ama birkaç yıl önce Kilis’e düşen topçu roketlerine karşı kullanılamazlar. Hava savunma uzmanları Patriotların balistik füzelere karşı, S-400’lerin ise uçaklara karşı etkin olacağını savunmakta. Burada hayati olan konu, S-400’lerin şu ana kadar hiçbir sıcak çatışmada denenmemiş olması. Fiili olarak bir çatışmada denenmeden envanterimize katılması, aslında ülkemizin içinde bulunduğu savunma endişelerine yönelik de bir fikir vermekte.
Günümüz modern harp anlayışı, ‘Ağ Merkezli Muharebe’ (Network Centric Warfare), açık kaynaklarda aşağıdaki görselle betimlenmekte.
Bu resimde S-400’leri ya da Patriot’ları görebiliyor musunuz? Neredeyse tüm komuta kontrol ve silah sistemleriniz ağırlıklı olarak NATO uyumlu sistemler ise ve S-400’ler bu sistemlerle birlikte kullanılamayacaksa faydası ne oranda kalır?
Basında çıkan haberler milli bir yazılım oluşumu için 2017’de çalışmalara başlandığını gösteriyor. Umarım, Yunanistan’ın Güney Kıbrıs Rum Yönetimi (GKRY) için aldığı, şimdi Girit’te depoda duran S-300’lerde olduğu gibi, üstelik ekonominin bu zor günlerinde, 2.5 milyar dolar ödenen S-400’leri bir depoda saklamak durumunda kalmayız.
Ülkemize karşı S-400 ile savunma yapılabilecek silahlara sahip hangi ülkeler (risk) var? Bu ülkelerin hangileriyle silahlı çatışmaya gidebilecek sorunlarımız (tehdit) var? O zaman çevremizdeki mevcut siyasi anlaşmazlıkları hatırlayalım:
- Yunanistan ve GKRY başta olmak üzere Doğu Akdeniz’de kıyısı bulunan ülkelerle deniz yetki alanlarının paylaşımı konusundaki anlaşmazlıklar,
- Rusya-Gürcistan, Rusya-Ukrayna ve Azerbaycan-Ermenistan arasındaki sorunlar,
- Karadeniz’e ABD başta olmak üzere NATO’nun müdahale arayışları,
- Ege’de mevcut sorunların siyasi çözüme kavuşturulamaması ve Yunanistan’ın silahlı çatışmaya neden olacak siyasi adımlar atma potansiyeli,
- İran ile ABD arasında devam eden anlaşmazlıkların; İsrail, S.Arabistan ve diğer bölge ülkelerini de içine alacak silahlı bir çatışmaya dönüşmesi,
ABD ve İsrail’in, Irak ve Suriye’de federasyon çatışı altında başlayan, yakın zamanda İran’ı da içine alabilecek, Türkiye’de ise kendini ayrılıkçı terör olarak gösteren ‘bağımsız Kürt devleti’ oluşturma stratejisi altında bu gruplara verdiği silahlar arasında uçak ve tehdit füzeler olmadığını varsayıyoruz. S-400’ler Rusya’dan alındığına göre Rusya’yı tehdit ülkeler listesinden çıkartabiliriz.
‘Balyoz’ ve ‘askeri casusluk’ davaları sürecinde tasfiye edilen pilotlar, 15 Temmuz darbe iirişimi sonrası ‘FETÖ’ bağlantısı nedeniyle TSK’dan ihraç edilenler nedeniyle hava kuvvetlerimizde pilot zafiyeti oluştuğu görülmekte. Bu zafiyet önceki yıllarda Hava Kuvvetleri’nden ayrılan pilotların kanun hükmünde kararnameyle (KHK) göreve çağrılması ve yoğun pilotaj eğitimiyle kapatılmaya çalışılsa da birkaç yıl daha devam edecek gibi görünüyor. Bu nedenle iktidarın S-400’leri uçucu personel zafiyetini kapatmak için hızlı bir çözüm olarak gördüğü akla gelmekte.
Askeri kuvvet nasıl oluşturulmalı?
O zaman ikinci soruyu soralım: Yukarıdaki anlaşmazlıkların hangisi(leri) Türkiye’nin de dahil olabileceği silahlı çatışmaya dönme olasılığı taşımakta? Bu dönüşümde belirleyici olanın iktidarın izleyeceği politikalar olacağını da hatırlatalım. Cluasewitz’in “Savaş siyasetin başka aɾaçlaɾla devamıdır” sözü aslında bu sorunun cevabına temel teşkil etmekte.
Savaş ya da askeri güç kullanımı, günümüz uluslararası siyasi ilişkilerinde son çare olarak düşünülmekte. Trump’ın Meksika, Çin ve Kuzey Kore’ye karşı izlediği politikalar buna birer örnek. Geçmişte yaptığı hatalı siyasi tercihler nedeniyle diğer politika araçları hayli sınırlı hale gelen AKP iktidarı, kamuoyu desteğini de kolayca alabileceği düşüncesiyle, sorun çözümünde önceliği silahlı güç kullanımına verirse bu, “Elinde çekiç olan, her şeyi çivi zanneder” deyişinin gerçek hayata yansıması olacak ve ülkemize büyük zararlar verecek. TBMM’de yasama gücünü elinde bulunduran, yürütmeyi denetlemesi gereken milletvekilleri, en azından AKP ve MHP milletvekilleri, bu süreç hakkında ne kadar bilgi sahibi ve görüşleri ne oranda dikkate alınmakta? Milli savunma bakanı, TBMM Milli Savunma Komisyonu’na bu konuda bilgi verdi ve vekillerin sorularını yanıtladı mı? Milli Stratejinin oluşumunda atanmışlar mı, yoksa seçilmişler mi söz sahibi?
AKP iktidarını, ikinci beş yıllık döneminde ‘stratejik derinlik’ adı altında başlattığı emperyal yeni Osmanlı anlayışından vazgeçerek, ülkemizi özellikle yakın coğrafyada içine ittiği derin yalnızlıktan kurtaracak siyaset üstü ortak akla dönmesi ilk adım olacak. İktidarın, özellikle de cumhurbaşkanlığı makamının hiçbir denetim ve dengeleme mekanizmasına sahip olmaması nedeniyle Türkiye devlet yönetiminde ülkenin geleceğini ve bugününü etkileyen hayati kararların tek kişi tarafından alındığı bir ‘başkanlık’ anlayışına evrildi. Bu durum sadece cumhurbaşkanlığı makamıyla sınırlı değil; keyfi ve denetimden uzak yönetim anlayışı ne yazık ki devletin tüm kurumlarına sirayet etti. Pek çok bakanın, valinin veya üst düzey kamu görevlisinin beyanları bu yönetim anlayışının yansımaları.
AKP iktidarının ilk yıllarında eleştirdiği ‘Kırmızı Kitap’ın renginden ziyade nasıl bir süreç sonunda oluşturulduğu önemlidir. O yıllarda takip edilen sürecin, Batı Avrupa normlarında ve demokratik bir hukuk devleti standartlarında olduğunu iddia etmemekle birlikte, bir devlet geleneğine dayandığı ve ortak akılla oluşturulduğunu belirtmek gerekir.
AKP iktidarı hukuk devleti ve demokrasi normları içinde strateji ve kuvvet oluşturma sürecini geliştirmek yerine o dönem var olan kurumlar arası çatışmaya dönüşen ilişkilerin de etkisiyle, ‘FETÖ’ ile mücadele yerine siyasi işbirliğini tercih etti. Bu işbirliği sonucunda “Türkiye bağırsaklarını temizliyor” teranesiyle öncelikle TSK olmak üzere, MGK, DPT, Maliye, Dışişleri gibi liyakat esasına göre çalışması gereken, sürecin kilit kurumları itibar ve etkinliğini kaybederken, tek kişinin kararına bağlı, denetimden ve gerçeklikten uzak bir yönetim ortaya çıktı. Bunu somut olarak 2011 yılında tespit edilen ve bu hafta güncellenen 2023 hedeflerinde de açıkça görmekteyiz.
Çözüm önerilerimiz:
- Ortak akıl ve bilimle milli hedeflerimizi tespit etmek,
- Bu hedeflere tehdit ve risk oluşturan olası gelişmeleri, devletin tüm kurumlarının ahenkli çalışmasıyla belirlemek,
- Bu tehdit ve riskleri dikkate alan, milli hedeflerimize ulaşmamızı sağlayacak milli stratejiyi oluşturmak,
- Milli stratejiyi uygulamaya muktedir askeri stratejiyi, teknolojik gelişmeleri (milli savunma sanayine öncelik vererek) ve bütçe imkanlarını da dikkate alarak gerçekleştirecek askeri kuvveti oluşturmak,
- Tedarik başta olmak üzere tüm sürecin kamuoyu gözetiminde ve partiler üstü bir anlayışla şeffaf, hesap verilebilir ve TBMM denetiminde olmasını temel şart olarak kabul etmek.
* 1989 yılında Deniz Harp Okulu’ndan, 2001 yılında Deniz Harp Akademisi’nden mezun oldu. ABD Naval Postgraduate School’da Harekat Analizi dalında yüksek lisans, Boğaziçi Üniversitesi Endüstri Mühendisliği’nde doktora derecesine sahip. Yüzer birliklerde, Deniz Kuvvetleri ve Gnkur. Bşk.lığı Kh.larında, üç yıl süre ile İspanya’da NATO görevinde bulunmuştur. Kamuoyunda Balyoz Davası olarak bilinen yargılamada 33 ay tutukluluğun ardından Anayasa Mahkemesinin hak ihlali kararıyla 19 Haziran 2014 tarihinde özgürlüğüne kavuştu. 30 Ağustos 2015 tarihinde emekli oldu. Görüşleriniz için yasinturker@yahoo.com