Önce Tayyip Erdoğan – Abdullah Gül rekabeti, ardından 17 Aralık ile alenileşen Gülen cemaati – AKP hükümeti savaşı ve nihayet Anayasa Mahkemesi Başkanı Haşim Kılıç‘ın çıkışı…
Biliyoruz ki, normal şartlarda muhafazakâr yaşam tarzı ve siyasetiyle hiç alakası olmayan bazı kişi ve kurumlar her üç örnekte de “en kötü” taraf olarak Başbakan Erdoğan’ı görüp diğer taraflara açık ya da örtülü bir şekilde omuz verdi. Hiçbir şey yapmasalar bile bu kavgaların her birinin Erdoğan’ı yıpratmasını temenni ettiler.
Peki arzuları gerçekleşti mi? Her ne kadar bu süreçler devam etmekte olsa da Erdoğan’ın iktidarının azaldığını söylemek pek mümkün değil, hatta arttığını söyleyenlere de yalancı diyemeyiz. O zaman yanlışın nerde olduğunu tartışmamız şart. Hızlı birkaç tespit yapacak olursak:
– Esas olarak ve hatta sıklıkla Erdoğan’ı hedef almak, doğal olarak onu daha da güçlendiriyor.
– İslami camia içindeki farklı kavgalara, gerçek mahiyetlerini anlamadan (hatta anlamaya çalışmadan) dâhil olunduğunda, durduk yere bu kavgaların en fazla kaybedenleri arasına girme riski söz konusu olabiliyor.
– Kendi gündem ve stratejilerini sırf bu kavgalardan istifade etme imkânı azalmasın diye geri plana itmek, yerel seçimlerde CHP’nin, Gülen cemaatinin yolsuzluk/tapeler kampanyasının peşine takılması örneğinde yaşadığımız gibi olumlu sonuç vermiyor.
– Esas düşman olarak bellediğinizin (yani Erdoğan’ın) karşısındakine destek verdiğiniz zaman onun kötü mirasıyla ne yapacağınızı bilemez hâlde kalabiliyor ve tatsız sorunlar yaşayabiliyorsunuz. Örnek: CHP’nin Gülen cemaatine “sütten çıkmış ak kaşık” muamelesi yapması ya da düne kadar “daha hukukçu bile değil, nasıl AYM başkanı olur?” denilen Haşim Kılıç’ın bir konuşmayla “hukuk kahramanı” ilan edilmesi.