PINAR ÖĞÜNÇ
Bu bir hikâye ya da roman olsaydı, fazlaca kurgulanmış bir giriş yaptığımı düşünebilirdiniz.
İki minibüse dolmuş otuz kadar kadın, pazartesi sabahının daha tam aydınlanmamış saatlerinde Habur sınır kapısından geçerken bir görevli “Nereye gidiyorsunuz, orada savaş var” dedi. Minibüslere göz atıp iki gün boyunca direksiyon sallayacak şoförlerimiz dışında herkesin kadın olduğunu görünce neredeyse sırıtarak “Sizi kim koruyacak orada” diye ekledi.
Ön koltukta oturan HDP milletvekili Ayla Akat Ata, içerdekilerin tam da savaş mağduru kadınlarla dayanışmaya giden bir heyet olduğunu, eğer kendisinin kadınları korumak gibi bir niyeti varsa bunu başka şekillerde de yapacağını söyledi. Nazik ama ağır cevap karşısında “Geçin” dedi görevli sadece. İki gün boyunca sayısını hatırlayamayacağımız kez durdurulacaktık böyle.
‘Şengal’den Gazze’ye dayanışma’
HDP-HDK Kadın Meclisleri ve Demokratik Özgür Kadın Hareketi’nin öncülüğünde bir araya gelen bu heyette, HDP milletvekilleri Sebahat Tuncel, Ayla Akat Ata, CHP milletvekili Melda Onur, sendika ve baro temsilcileriyle, bir grup kadın gazeteci ve yazar yer alıyordu.
Bilhassa İslam Devleti’nin (İD) hedefi olan, hayatını kaybedenlerin dışında kaçırılarak şu an pazarlarda satıldığı bilinen Ezidî kadınlar için tüm bölgede bir dayanışma ağının kurulması, göreceğimiz kamplardan ziyaret edeceğimiz Kürdistan Parlamentosu’na kadar tanık olunanların raporlanması hedefleniyordu.
Çoğunluk Ezidî olsa da kaçırılma ve tecavüz konusunda aynı kaderi paylaşan Türkmen kadınlar da vardı. Özellikle Türkmen ailelerin, kadınların başlarına gelenleri gizleme konusunda daha ısrarcı olduğu biliniyordu. Birçok açıdan sahipsiz bırakılan Türkmen kadınlara dair bilgi zaten çok azdı.
Kürdistan hükümeti destekçi yaklaşmamış
Hem Türkiye, hem Irak Kürdistan’ı tarafında bir grup kadın da bu ziyaretin gerçekleşebilmesi için büyük emek harcadı. Uzaktan başka türlü görünse de Kürdistan hükümeti lüzumlu izinler konusunda o kadar da destekçi yaklaşmamış, hatta Suriye Kürdistan’ına, Rojava’ya geçişte sadece 11 kadına izin vermişti.
O yüzden ilk gün ikiye ayrılmak mecburiyetinde kaldık. Bir grup Zaho’daki kampları ve Ezidîlerin kutsal mekanlarından Laleş’i ziyaret etti, diğer grup Rojava’ya geçti.
Unutulmaz bir kayıt
Aslında bu da pek kolay olmadı, içeride milletvekilleri olan, izinleri alınmış bir grup varsa da her üç beş kilometrede bir durduruluşumuzda tekrar telefon diplomasisi icap ediyordu.
Sınıra gelmeden önceki son noktada alınan kaydı hiç unutmayacağım. Hepsi kadın hakları alanında çalışmış, türlü biçimlerde mücadele etmiş bu kadınların pasaportları toplandı ve çizgili bir harita metod defterine tükenmez kalemle hayatımızda hiç görmediğimiz biçimde not düşüldük: İsmimiz, babamızın ismi, o da yetmedi dedemizin ismi. Şu an Güney Kürdistan’da bir defterde Pınar Müfit Lütfi olarak kayıtlıyım. Gerçekten niyet güvenlik olsa, bu ‘belgeyle‘ hiçbirimizi bir daha asla bulamayacaklarını onlar da biliyor.
Vekillerin resmi temasları sonrası Türkiye, yardım ve bu tür inceleme amaçlı heyetlerin Rojava’ya geçişine izin veriyor. Yani Güney Kürdistan Rojava’yı tanımış olsa, aslında çok daha yakın olan Nusaybin’den geçeceğiz ama ondan sonra Irak Kürt Bölgesel Yönetimi’nin pasaportlarımıza bakıp ‘Sizin nereden girdiğiniz belli değil‘ demesi mümkün, hatta bu biçimde geçmek imkânsız.
Hayatın ve hakikatin kristalleştiği anlar
Böyle kısa ziyaretlerden büyük cümleler kurarak dönmek risklidir. Tanık olduklarınızın tesiri, olanı biteni anlamanıza kafi gibi gelir. Bu hep aklımda dolaşırım.
Şu da var ki, hayatın ve hakikatin kristalleştiği bazı anlar az zamanda hakikatin çok yüzünü de gösterebilir size. Bunu da unutmamak gerekir.
Kaderine sahip çıkmak mı, devrim yapmak mı…
Semalka sınır kapısından geçip Dicle üzerinde küçük bir tekneyle birkaç dakika sürmeyen yolculuğun ardından Rojava’ya, üç kantondan biri olan Cizîrê’ye daha vardığınızda, havada başka bir şey seziyorsunuz.
Dicle kıyısında bizi karşılayanların gözünde, elinizi sıkarken kavrayışlarında, Suriye’de iç savaşın içinde yeni bir hayat, yeni bir düzen kurma çabalarını anlatışlarında, açılan Newroz Kampı’nda Ezidî aileler için seferber oluşlarını gördüğünüzde…
Kendi kaderine sahip çıkmak mı bu, bir devrime inanmak, devrim yapmak mı? Üstelik bir yandan yıllardır savaşırken, kimi camilerden kaçırılan kadınların ‘helal’ olduğu vaazları verilebilmişken. Üç kantonun arasında İD’nin elinde tuttuğu köyler var hâlâ. Biz gitmeden önce İD’nin Qamişlo’ya yönelik saldırısı olmuştu. Bu yazı bitene kadar da Kobani’deki çatışmanın sürecin en ağır çatışması olduğuna dair haberler geliyordu.
IŞİD’e var, Rojava’ya yok!
Rojava tarafının da pasaport işleri var ama hiç diğerlerine benzemiyor. Önümüzdeki kamyonette YPG Asayiş’ten kadınlı erkekli genç bir ekip, koruma amacıyla yol boyunca bize eşlik ediyor.
Derik boyunca ilerlerken çölümsü tepecikler arasında küçük köyler görüyorsunuz.
Kerpiçten evlerin avlusunda çamaşır da asılı olmasa hayat var mı emin olamazsınız. Bir de endüstriyel anıtlar gibi duran petrol kuyuları. Bunlardan tüm Rojava’da üç binin üzerinde var ama İslam Devleti’nin petrol satabildiği bir dünyada Suriye Kürtleri ambargolu.
Bu tanımsız hal, savaşa rağmen normalleştirmeye çalıştırdıkları hayatlarına da, Şengal’deki vahşetten kaçan Ezidîlerin yerleştirildiği Newroz Kampı’nki koşullara da yansıyor. Çünkü uluslararası camiadan doğrudan yardım alamıyorlar. Tarifsiz sıcakta, yedi bin kadar insan için sağlıklı barınma koşulları yaratmak gerçekten çok zor.
Kürtlere teşekkür
Büyük bir çadırda ailelerle buluşuyoruz. Önce erkekler konuşuyor. Kaçışı anlatıyorlar biraz ve her söz alan o gün onları kurtaranlara, PPK’ye teşekkür ediyor.
Yanlış yazmadım, PKK’ye belki biraz YPG’nin de karışımı olarak PPK, hatta PPP diyor bazıları. Çünkü bilmiyorlar. Onlar için Kürt, ‘Mesut’ diye özetledikleri.
Daha önce çoğunun adını duymadığı ‘Apo cemaatinin‘ (öyle diyorlar) onlar için yaptıklarına karşılık ellerinden tek gelenin her fırsatta teşekkür etmek olduğunu söylüyorlar. Kendi kast ilişkileri içinde kapalı, şiddetle mesafeli ve politikadan uzak Ezidîler için inanamadıkları bir kurtuluş hikâyesi bu.
Şunu biliyorum, mesela Batman’a sığınan Ezidî çocuklarından biri onlar için düzenlenen resim atölyesinde Sünger Bob’u elinde ‘PPK‘ bayrağıyla çizmiş. Bu siyaseten durulan yere göre ezberden, kolay kavranabilecek bir vefa duygusu değil.
Ailesinden kayıp vermeyen yok gibi
Kadınlar daha tutuk, beyaz yemenilerine gözlerini silerek anlatıyorlar. Ailesinden kayıp vermeyen yok gibi. Bir de kaçırılan, tecavüz edilen, satılan kadınlar var. 10 Dinar tekrarlanıyor sık sık. Üç kız kardeşi birden öldürülenler, dört çocuğuyla yalnız kalan, 21 yaşındaki kızının ölüsünü gömmeye vakti olmayanlar… Ne diyeceksiniz karşılarında? Geçmiş olsun mu? Başın sağ olsun mu? Bu gördüklerimizden kim ‘sağ‘ ki?
Virginia Woolf, aslen erkeklere mahsus oyunlar olarak gördüğü savaşları nasıl önleyebileceğimizi sormuştu. Susan Sontag çağın görsel alemi üzerinden onun cümlesini devam ettirmişti.
Savaşın kötülüğüne inanmak için daha vahşi, daha acılı fotoğraflar mı görmeliyiz örneğin? Böyle mi ikna olacağız? Daha güzel bakan babasız Ezidî çocuklar, daha çok ağlayan anneler mı görmeliyiz? Böyle hikâyeler mi dinlemeliyiz?
Vahşetin pornografisini kendi eliyle yapan bir çete
Böyle anlarda kötü bir gazeteci oluyor, mesela rahat fotoğraf çekemiyor, ne diyeceğimi bilemiyorum. Ama Sontag’ın şu yorumunu da hatırlıyorum şimdi yazarken parça parça.
Acı fotoğrafları enflasyonundan yaratılan o zehirli merak duygusuna, moderniteye bu anlamda yönelmiş klişeleşmiş eleştirilere rağmen asıl dert tüm bunlara rağmen insanlığı yitirmemek, sığlığa teslim olmamak, anlamak ve anlatabilmek.
Hele de karşımızda değil modernitenin, insan uygarlığının tüm kazanımlarını reddeden, vahşetin pornografisini kendi eliyle yapan bir çete varken.
Derdimizi dünyaya anlatmaya yardım edin
Sontag şöyle de diyordu. Tam anlamadan sempati, karşımızda acı çekenle ilgiyi kesiyor aslında, bakanı bir noktada uzaklaştırıp temizliyor, masumlaştırıyor hatta. Ezidî kadınlar da defalarca ‘derdimizi dünyaya anlatmaya yardım edin‘ dedi kampta.
Şu anda bunu için yapmayı bildiğim şeyi deniyor, çok uzun bir gece yolculuğunun ardından Mardin’de bir kahvede anlatmaya çalışıyorum.
DEVAM EDECEK