Bir ülkenin sosyal güvenlik sistemi, olası risklere duyarlı olmak zorundadır. Örneğin, bir ekonomik durgunluk işsiz sayısını artırır, sosyal güvenlik sisteminin gelirlerini azaltır. Bu durumda, sistem Hazine yardımlarına daha fazla ihtiyaç duyar. Aksi durumda giderler karşılanamaz ve sistem tıkanır. Nitekim, pandemi gibi olağanüstü gelişmeler, sistemin sağlık giderlerini artıracak, gelir gider dengesizliğini tırmandıracaktır. Keza aynı şekilde, kayıt dışı istihdamdaki artışlar sistemin giderleri sabit kalırken gelirlerinin azalmasına neden olacaktır. Tüm bu örneklerde, sistemin yaşadığı stres kısa veya orta vadelidir. Durgunluk ya da pandeminin bitmesi, kayıt dışılığın azalmasıyla sorunlar çözülür.
Fakat Türkiye’nin sosyal güvenlik sisteminin yaşadığı stres, bu örneklerin çok daha ötesine geçiyor. Çünkü Türkiye’nin demografisi sosyal güvenlik sisteminin aleyhine gelişiyor. Ve kötü haber; bu gelişmenin önüne geçebilmek neredeyse imkansız. Bu nedenle gelişmeyi durdurmak yerine, tıpkı deprem gibi, gelişmeyi kabullenip, yeni duruma adapte olmalıyız. Verilerle ilerleyelim…
ORTANCA YAŞIMIZ GİDEREK BÜYÜYOR
Türkiye’de yaşayan herkesi yaşlarına göre küçükten büyüğe olacak şekilde, soldan sağa dizsek, tam ortadaki kişinin yaşına “ortanca yaş” adı veriliyor. Cumhuriyetin kurulmasından itibaren 1990’a dek, Türkiye’nin ortanca yaşı 21’i geçmiyordu. 1980’e dek nüfusun yarısından fazlası köylerde, toprağa bağımlı bir toplumsal düzen içinde yaşıyordu. Bu toplumsal düzen, kaba doğum hızını artırıyor, nüfusun sürekli genç kalmasını sağlıyordu. Genç nüfus ise Türkiye için bir fırsat penceresi olarak değerlendiriliyor, dahası sosyal güvenlik sistemi de zorlanmıyordu. Zira gençler çalışıyor, nispeten az sayıdaki yaşlıları sübvanse edebiliyordu. Fakat 1990’lardan itibaren bu demografik hakikat değişmeye başladı. Kente göçün hızlanması, tarımın tasfiyesiyle devam etti. Demografik değişim 2000’li ve 2010’lu yıllarda ivme kazandı.
1935’te 16 milyonluk nüfusa karşılık, 65 yaşın üzerindeki nüfus 628 bindi. Kaba bir hesapla, her 25 kişiden 1’i 65 yaşın üzerindeydi. Ortanca yaşımız ise 21,2’ydi. İlerleyen yarım yüzyılda da bu tablo değişmeyecek, grafik yatay seyredecekti.
Milenyumun başına gelindiğinde, nüfus 65 milyona çıkmıştı. Buna karşın 65 yaş üzeri nüfus 4,4 milyona dayanmıştı. 1935’te her 25 kişiden biri 65 yaş üzerindeyken, 2000’de artık her 14 kişiden 1’i 65 yaşın üzerindeydi. 2000’den günümüze dek nüfus yüzde 33 oranında artarak 64 milyondan 85 milyona çıktı. Fakat nüfus yüzde 33 artarken 65 yaş üstü nüfus yüzde 91 artışla 4,4 milyondan 8,4 milyona yükseldi. 2022 itibariyle artık her 10 kişiden 1’i 65 yaşın üzerinde. TÜİK’in nüfus projeksiyonuna göre 2030’da her 8 kişiden 1’i, 2040’ta her 6 kişiden 1’i, 2060’ta her 5 kişiden biri, 2080’de ise her 4 kişiden 1’i 65 yaşın üzerinde olacak. Cumhuriyetin ilk 70 yılında, 21 yaş altı genç bir nüfusa sahiptik ve ortanca yaş grafiğimiz yataydı. Son 30 yılda, grafik dikleşti ve ortanca yaşımız 13 yaş büyüdü. Üstelik son yıllarda yaşlanma hızımız artıyor. 1990’da 22,2 olan ortanca yaşımız, 2000’de 25,8’e, 2010’da 29,2’ye, 2020’de 32,7’ye yükseldi. 2022 itibariyle ortanca yaşımız 33,5. 2040’larda ortaca yaşımız 40’ın üzerine çıkacak. İşte Türkiye’yi bekleyen demografik deprem bu. Sosyal güvenlik sistemimiz ise bu depreme dirençli değil.