
MUSTAFA ALP DAĞISTANLI
mustdagistanli@gmail.com
Oppenheimer görmezden gelinemeyecek sorunlarla dolu. American Prometheus: The Triumph and Tragedy of J. Robert Oppenheimer kitabına dayanan filmde, konuyu hiç bilmeyenler için birçok tuzak var. Söylenen yanlışlar, eksik söylenenler, hiç söylenmeyenler…
Bazı yanlışlar diyaloglarda herkesin bildiği, kabul ettiği gerçeklermişçesine dile getiriliyor. Film Amerikan devletinin atom bombaları konusundaki resmi görüşünü sorgulamıyor bile.
Japonlar teslim olmayacak mıydı?
İyi bir örnek, ABD Savaş Bakanı Henry Stimson’ın Manhattan Projesi’nde yer alan kimi bilimcilerle buluştuğunda söyledikleri. “Size ayrıntısını, kaynağını söyleyemem, ama Japonların teslim olmayıp sonuna kadar savaşacaklarını biliyoruz” diyor mealen.
Bu sözler gerçeği yansıtmıyor. Japonya zaten teslim olmak üzereydi; öyle bir abluka altındaydı ki bırakın savaşı sürdürmek için gerekli hammaddeyi, yiyecek temininde bile zorlanıyordu. Amerikan istihbarat raporları da hükümet kademesinde bazı yöneticiler de ABD Donanması Komutanı Amiral William Leahy’den Avrupa’daki Müttefik Kuvvetler Komutanı General Dwight Eisenhower’a, Pasifik’teki Müttefik Kuvvetler Komutanı General Douglas MacArthur’a kadar önde gelen birçok asker de aynı şeyi söylüyordu.
İki raporla yetinelim:
1) Kuvvet komutanlarının Potsdam’daki toplantısı için 6 Temmuz 1945’te hazırlanan çok gizli rapor:
“Düşmanın Durumuyla İlgili Değerlendirme: İnanıyoruz ki, Japon halkının hatırı sayılır bir bölümü mutlak yenilginin büyük bir ihtimal olduğunu düşünüyor. Deniz ablukasının artan etkisiyle milyonlarca kişiyi sokakta bırakan ve Japonya’nın en önemli şehirlerindeki imar alanlarının yüzde 25’i ila yüzde 50’sini yerlebir eden stratejik bombardımanın yarattığı toplam yıkım, bu düşüncenin genel kabul görmesini sağlayacaktır. Sovyetler Birliği’nin savaşa girmesi ise, nihayet, yenilginin kaçınılmazlığı konusunda Japonları ikna edecektir…”
2) 1946 tarihli Birleşik Devletler Stratejik Bombalama Mütalaası:
“Bombalar atılmasaydı, Ruslar savaşa girmeseydi ve işgal planlanmasaydı veya düşünülmeseydi bile Japonya 31 Aralık 1945’ten önce kesinlikle ve 1 Kasım 1945’ten [düşünülen işgal tarihi] önce ise başka ihtimale yer vermeksizin teslim olmuş olacaktı.”
Amerikalılar biliyordu
Resmi Amerikan görüşü, savaşı bitirmek için atom bombalarının Hiroşima ve Nagazaki’ye atıldığını söyler. Oysa Japonya savaşı sona erdirmek için yollar aramaktaydı ve bunu Amerikalılar da biliyordu.
Japonların haberleşme şifrelerini kırmışlardı, herşeyden haberdardılar. ‘Arka kapı diplomasisi‘ diyebileceğimiz bir ilişki vardı. Müttefikler de başka birçok ülke de Tokyo’daki elçiliklerini kapatmıştı; elçiliğini en geç kapatanlardan biri Türkiye’ydi, savaşı sona erdirme çabasıyla yürütülen yazışmalar Türkiye elçiliğinden yapılıyordu. (2004’te İstanbul’da toplanan Nato zirvesinde rastladığım Ahmet Davutoğlu’na bu konudan bahsetmiştim. O zaman başbakan başdanışmanıydı, ben de NTV’nin dış haber editörüydüm. Davutoğlu ilgilendi tabii böyle bir konuyla, yardımcısını çağırdı, bana yardımcı olmasını söyledi. Dışişleri arşivine girmek istiyordum. Aksilik, o sırada arşiv düzenlenmekteymiş, mümkün değilmiş. Sonra da öyle kaldı. Japan’s Longest Year kitabında rastladığım bu bilgiyi böylece vermiş oldum, belki bir araştırmacı peşine düşer, belki arşivden bazı ayrıntılar çıkar.)
Dahası, Temmuz 1945’te Japonya İmparatoru Hirohito Moskova’ya bir özel elçi göndermeye karar verdi, savaşı bitirme amacıyla. Bu elçi Sovyet Dışişleri Bakanı Vyaçeslav Molotov’la görüşecekti, fakat Moskova bu randevuyu vermedi, oyaladı. Amerikalılar da haberdardı tabii bundan.
İmparator düğümü
ABD, Japonya’nın kayıtsız şartsız teslimiyetini istiyordu. İşin düğümlendiği yer, tanrı düzeyinde kutsal sayılan Japon imparatoruydu son kertede, Japonlar imparatorlarına dokunulmasını istemiyordu, ABD kayıtsız şartsız teslimiyette diretiyordu.
Savaş sonrasında imparatora dokunulmadı, ama tabii bunu ABD bahşetmiş oldu.
Almanya atom bombası yapamazdı
Filmde de söylendiği gibi, Manhattan Projesi (atom bombalarının üretilmesi işi) Nazilerin de aynı bombayı yapabileceği varsayımıyla başlamıştı. Fakat Almanya 7 Mayıs 1945’te teslim olunca işler en azından bazı bilimciler için değişmişti. Aslına bakarsanız Nazilerden gelecek bir atom bombası tehlikesi olmadığını Amerikalılar daha önce öğrenmişti.
Amerikan istihbaratı 1943’te Alman nükleer araştırmalarının düzeyini izlemek için harekete geçmişti. ‘Alsos Görevi‘ adı verilen bu işin başında Birleşik Devletler Askeri İstihbarat Servisi’nden Albay Boris Pash vardı. (Filmi seyredenler Pash’i hatırlayacaktır, Oppenheimer’ın sorgusuna katılmıştı üniformasıyla, ayrıca daha önce bir subayın odasında üç kişi görüşmüşlerdi.) 1944 Kasımında Strasbourg Müttefiklerin eline geçti. Albay Pash, Alsos ekibinden öncü bir grupla şehirde Alman nükleer fizikçileri aramaya başladı. Strasbourg Hastanesi’nin bir kanadında bir nükleer fizik laboratuvarı buldular, ilk bakışta doktor zannedilen kişiler de aslında fizikçiydi.
Alman atom bombası çalışmalarının kilit ismi Profesör Carl Friedrich von Weizsacker’in ofisinde ise hazine değerinde belgeler buldular. Bu belgeler, Almanya’nın çeşitli yerlerindeki birçok enstitüde bu konuda çalışma yürüten bilimcilerin vardıkları sonuçları ve onların yazışmalarını içeriyordu. İşte böylece ortaya çıkmıştı ki Almanya’nın ortaya bir atom bombası çıkarmasına imkan yoktu.
Film geçiştiriyor
Film bunlardan hiç bahsetmiyor, halbuki burada hem büyük bir gerilim, hem kişisel bir iç çatışma, hem de karakter çatışması var.
Film gerilimi neredeyse tamamen McCarthy dönemi komünist avına, kişisel çekişmelere sıkıştırıyor, bütün dünyayı ilgilendiren, nükleer silahlanmayı başlatan gerilimi, bu konuda bilimciler arasında ortaya çıkan çatışmayı ve Oppenheimer’ın iç çatışmasını, yaptığı işi meşrulaştırma sürecini bir iki minik replikle geçiştiriyor.
Yönetmen Christopher Nolan’ın nasıl gerilimli bir konuyu geçiştirdiğine bir bakın:
Almanya teslim olunca artık atom bombasına gerek kalmadığını söyleyen bilimciler çıktı. Şikago Üniversitesi’nden bir grup bilimci Haziran 1945’te bombaya karşı bir rapor hazırladı: Franck Report. Grubun başını James Franck çekiyordu; raporu hazırlayan komitede Leo Szilard, Glenn Seaborg gibi Nobel ödüllü saygın bilimciler vardı.
ABD’deki huysuz bilimcilerin başını çeken fizikçi Szilard, daha 1933’teki çalışmalarıyla atom bombasına giden yolu açmış, Macaristan göçmeni bir Yahudiydi. Birkaç merkezde süren atom çalışmalarına katılan başka rahatsız bilimcileri de bombanın atılmasına karşı girişimde bulunmak için topladı. Szilard, daha ABD Başkanı Franklin Roosevelt 12 Nisan 1945’te ölmeden, Mart’ta atom bombası atılmamasını isteyen bir memorandum hazırladı. Daha sonra dünyanın ilk nükleer reaktörünün bulunduğu Şikago Üniversitesi’nde Manhattan Projesi’ne bağlı Metalürji Laboratuvarı’nda çalışan 70 bilimcinin de imzaladığı bir dilekçe hazırlıyor. Bu dilekçeye Los Alamos’taki bilimcilerden de imza almak istiyor tabii ve metni dolaştırsın diye Edwin Teller’e başvuruyor, hani şu hidrojen bombası yapmak için tutturan bilimci. Edward Teller dilekçeyi Oppenheimer’a, o da Manhattan Projesi Direktörü General Leslie Groves’a (filmde Matt Damon oynuyordu) teslim ediyor. Groves da ‘Gizli’ damgası vurup kasaya atıyor. Bunlara yer vermeyen filmde, Oppenheimer siyasilerle toplantıya girecekken koridorda ayaküstü Szilard’la konuşuyor, onun itirazlarını ileteceğini söylemekle yetiniyor.
Oppenheimer’ın dilekçeyi teslim ettiği General Groves zaten Szilard’ı etkisiz hale getirmenin yollarını arıyordu halbuki. Szilard, Britanya’daki bilimcilerden destek almak için kalkıp oralara gitmişti. Groves onun gizli bilgileri yabancılara sızdırdığını iddia ediyordu, Britanya’dan bunu kanıtlayacak belge istedi, ama böyle bir durum da yoktu, belge de.
Szilard yılmadı, Truman’a vermek için bir sürü kapıyı çaldı, ama nafile.
Manhattan Projesi Los Alamos Laboratuvarı Direktörü Robert Oppenheimer, Szilard’a şöyle demişti: “Japonya’ya karşı kullanmadıkça dünyaya atom bombasının ne kötü bir şey olduğunu anlatamayız.” Filmde de duyduk bu görüşünü.
Szilard gibi düşünen bilimciler, insansız bir adada gösteri amaçlı bir atom bombası patlatılmasının ikna edici olacağını, Japonya’ya bir teslim olma fırsatı verilmesini savunuyordu. Bu gösteri patlatmasının Japonya’da bir yerde yapılmasını önerenler de vardı. Ama bu önerilere kulak asılmadı. 6 Ağustos’ta Hiroşima’ya bir uranyum bombası (“Little Boy”), 9 Ağustos’ta Nagazaki’ye bir plutonyum bombası (çölde denemesi yapılandan – “Fat Man”) atıldı.
Göz boyamak kolay
Film hem görsel hem işitsel olarak etkileyici, hatta Jornada del Muerto çölündeki nükleer deneme ‘görkemli’. Peki Hiroşima ve Nagazaki’ye atılan iki bombanın yarattığı cehennemi, trajediyi göstermek için neden kullanılmıyor bu teknolojik imkanlar? Sinemada, özellikle Holywood’da görsel-işitsel efektler o kadar önemli hale geldi ki, doğru dürüst senaryo olmasa da idare ediliyor, efektlerle caka satıp seyircinin gözünü boyamak kolay.
Şöyle duyurdu Truman 6 Ağustos’ta: “Onaltı saat önce bir Amerikan uçağı, önemli bir Japon Ordusu üssü olan Hiroşima’ya bir bomba bıraktı.”
Hiroşima’nın askeri bir üs olduğu doğru değildi, deniz üsleri vardı, ama bomba şehrin tam ortasına, en büyük tahribatı yaratsın diye 580 metre yükseklikte patlayacak şekilde bırakılmıştı, ölenlerin yüzde 90’ına yakını sivildi, kadınlar ve çocuklardı. Yani o hayran olunan sinema teknolojisinin, o efektlerin tam yeriydi Hiroşima ve Nagazaki; atom bombalarının sonuçlarını göstermek, seyirciyi nükleer silahların kıyamet getirici olduğuna ikna etmek için.
Ama hayır, film Oppenheimer’ın, General Groves’un, Truman’ın kararlarıyla yüzleştirmiyor seyirciyi. Savaşın ve ‘zafer’in görkemini göstermek, daha doğrusu, savaşı görkemli göstermek için kullanılıyor bu efektler asıl olarak; tam tersini yapmak gerekir, savaşın dehşetini göstermek için, trajediyi göstermek için kullanılmalı. Oppenheimer’ın yukarıdaki cümlesini ödünç alıp şöyle diyelim:
“Japonya’ya karşı kullanılan nükleer silahların sonuçlarını etkili bir şekilde göstermedikçe dünyaya atom bombasının ne kötü bir şey olduğunu anlatamayız.”
Tuhaf bir simetri
Tuhaf bir simetri sırıtıyor burada.
Amerikalı yetkililer 1945’te ikna edici olmayacağı gerekçesiyle bir gösteri patlatmasını reddediyor, yönetmen Nolan ise 78 yıl sonra nükleer silahlara karşı yaptığı filmde gerçek bombanın etkilerini göstermeyi reddedip test patlamasının görkemine sığınıyor.
Görmezden gelinen feci durum
Tam bu noktada sıkı bir eleştiri daha var. Denemenin yapıldığı Tularosa havzasında 150 mil içinde 500 bin kişi yaşıyormuş o zaman, bu insanlar ne patlatmadan önce ne de sonra uyarılmış. Patlatma sonrasında insanların radyasyona ne kadar maruz kaldığı bile araştırılmamış. Denemeden sonraki yıllarda lösemi ve öbür kanser türleriyle ilgili şikayetler gelmeye başlamış, ailelerinde böyle hastalıklar olmayan kişilerden.
Laura Grego, bu savsaklamanın, bu kayıtsızlığın ABD’nin savaş sonrası nükleer deneme programının bir kuralı haline geldiğini söylüyor. ABD Ulusal Kanser Enstitüsü verilerine göre 200’den fazla yerüstü patlatmayı da içeren bu nükleer denemeler yüzbinlerce fazladan kanser vakasına yol açmış. Kısacası, siyasiler ve kimi bilimciler gibi Oppenheimer da bu feci durumu görmezden gelmiş.
Asıl amaç
Peki, ABD niye attı o zaman atom bombalarını Japonya’ya?
Yalta Konferansı’nda (4-11 Şubat 1945) varılan anlaşmaya göre Almanya’nın teslim olmasından üç ay sonra Sovyetler Birliği Japonya’ya savaş ilan edecekti – o saate kadar birbiriyle savaş halinde değildi bu iki ülke- Almanya 7 Mayıs’ta teslim olmuştu.
Potsdam Konferansı’nın tarihi ABD’deki nükleer denemeye göre ayarlanmıştı: 17 Temmuz-2 Ağustos 1945. Nükleer deneme 16 Temmuz’da yapılmıştı. Potsdam’da Truman, yeni ve muazzam etkili bir silah yaptıklarını Stalin’e ayaküstü söyledi. Stalin hiç renk vermedi. “Japonya üstünde iyi kullanmalar” dedi. Atom bombasının Ruslar üzerinde etkili olacağı düşünülmüştü. Truman günlüğüne şöyle yazmıştı:
“Ruslar dünyayı fethetmeye çalışıyor. (…) Kaba kuvvet Rusların anladığı tek şey.”
Sovyetler Birliği 8 Ağustos’ta Japonya’yla savaşa girdi. Japon işgali altındaki Mançurya sınırına zaten asker yığmıştı. Avrupa’da Nazi ordularını süpüren Kızılordu büyük bir alana yerleşmişti; Almanya’nın ve Doğu Avrupa ülkelerinin kaderiyle ilgili tartışmalarda bir anlaşma zemini bulunamamıştı; ABD ve Britanya rahatsızdı. Şimdi de Asya… Sovyetler Asya’ya da nüfuz alanı kazanmadan Japonya teslim olmalıydı, 15 Ağustos’ta oldu.
Atom bombalarının Japonların teslim olmasıyla ilgisi yoktu. Amerikalı tarihçi Gar Alperovitz’in Atomic Diplomacy: Hiroshima and Potsdam (1965) ve yeni açılan arşivleri de değerlendirerek 1996’da yayınladığı daha kapsamlı The Decision to Use The Atomic Bomb kitabında anlattığı gibi savaş sonrası düzen için atılmıştı o bombalar. Tahran ve Yalta konferanslarında (Potsdam’da da) hem dünya düzenini, uluslararası kuruluşları hem de ülkelerin iç düzenini ayarlama kavgası veriliyordu. Atom bombaları da bu kavgada etkin olmak içindi, Sovyetler Birliği’ni dizginlemek içindi. Japonya’ya atılacak atom bombalarıyla Sovyetler Birliği’nin Avrupa’da daha kolay idare edilebileceği düşünülüyordu.
Filmdeki figüran
Truman’ın bir türlü randevu vermediği bilimci Leo Szilard, işte bu büyük plana, muazzam oyuna karşı çıkmış oluyordu. Truman, Roosevelt ölünce başkanlığı da Manhattan Projesi’ni de kucağında bulmuş, bu konulara uzak mı uzak biriydi. Truman, sonunda, James Byrnes’a gitmesini tavsiye eden bir haber gönderdi Szilard’a. Byrnes’u gördünüz filmde, hani Truman atom bombasını Hiroşima’ya attıktan sonra Oppenheimer’ı kabul edip odasında görüşmüş, bilimadamının “Elimi kana buladım” demesi üzerine, ceket cebinden çıkardığı mendili uzatmıştı ya, hani Oppenheimer odadan çıkarken “Bu sulugözlüyü bir daha görmek istemiyorum” diye gürlemişti ya, işte o sahnede kanepede oturan kişi Byrnes’tu. (Truman bu lafı o görüşmeden neredeyse bir yıl sonra ABD Dışişleri Bakan Yardımcısı Dean Acheson’a yazdığı bir mektupta etmiş. Filmle ilgili başka teknik eleştiriler için şu yazıya bakılabilir.)
Szilard 27 Mayıs’ta görüştüğünde Byrnes hükümette görevli bile değildi, atom bombalarıyla ilgili konularda Truman’ın şahsi temsilcisiydi. Ama savaşın sonunda (3 Temmuz’da) dışişleri bakanı olan o Byrnes, ‘atomik diplomasi‘nin mimarlarından biri, hatta belki de asıl mimarıdır ve dolayısıyla Soğuk Savaş’ın da. Sonraki 50 yılı belirleyecek adımları atan adamdır filmde figüran gibi gördüğümüz Byrnes.
Sonuç
Japonya’ya atılan atom bombaları dünyayı daha güvenli bir hale getirmedi. Franck Report’un, Szilard Dilekçesi’nin dediği oldu. Sovyetler Birliği ilk atom bombasını ABD’lilerin beklediğinden önce, 1949’da yaptı ve nükleer silahlanma yarışı başladı, nükleer savaş tehdidi de hep başımızın üstünde sallanıyor.