Tarihçi Eray Yılmaz yavaş yavaş tarihe karışan taşıt arkası yazılarında gözden kaçan detaylara bakıyor.

ERAY YILMAZ
Merhum filozof Ömer Naci Soykan, ilk baskısını 1993’te yapan ‘Türkiye’den Felsefe Manzaraları’ adlı kitabına, ‘Türkiye Gerçekliği Üstüne Çözümlemeler I, Taşıt Yazıları’ adlı bir denemesini de almıştı. Yazısında taşıt yazılarını-simgelerini ve ağırlıklı bir biçimde minibüs yazılarını çözümlemiş, Türkiye kültürünün gerçekliğine yaklaşmaya çalışmıştı.
Soykan, söz konusu yazısında, şehirlerarası ulaşımın yoğunlaşmasıyla artan kamyon ve otobüs gibi uzun yol araçlarının yazılarını-simgelerini ‘birinci kuşak taşıt yazıları’ olarak adlandırıyordu.
Simgelerin de yer aldığı birinci kuşak yazılarda ‘maşallah’, ‘Allah’ın dediği olur’ gibi kır insanının zihniyetini anlatan kaderci-teslimiyetçi yazılar egemenlik kurmuştu.
Yüzeysel bir şizofreni
1970’lerden itibaren görülen minibüs yazılarınaysa ‘ikinci kuşak yazılar’ diyordu. Burada kadercilik-teslimiyetçilikle beraber Soykan’ın ifadesiyle ‘sürücüler ve minibüs insanları, söylensel (dini) bilinçle kentlerde bilimsel bilinç arasında kalmış’, ‘bir tür yüzeysel şizofreniye kapılmışlardı’.
Minibüs yazıları, arabeskin süslemeci ve teslimiyetçi unsurlarını taşımış, yaşanmamış sahte duygulara dayanan eğri bir bilinci yansıtmışlardı.
Üçüncü kuşak-ölüm kuşağı
Soykan’ın yazısının üzerinden yaklaşık 40 yıl geçti, bugün artık bir ‘üçüncü kuşak’ yazıdan söz etmenin zamanı geldi, hatta biraz da geçti. Bu vasıtayla merhum Soykan’ı da hatırlamak ve hatırlatmak istedim.
Soykan yazısının temelinde minibüsleri görmüş, gecekondu semtleriyle merkez semtler arasında ulaşımı sağlayan bu araçlara aynı zamanda toplumbilimsel bir imgelemde de bulunmuştu.
40 yıl sonra gecekonduların merkezileşmesiyle ve minibüslerin artık kentin bir parçası haline gelmesiyle taşıt yazılarının merkezi özelliğini sürdürdüğünü, eski ağırlığını taşıdığını söylemek zor görünüyor.
Bununla birlikte ‘üçüncü kuşak-ölüm kuşağı’ denebilecek yazılara da rastlanıyor.
Bugün taşıt yazılarında ilk dikkat çeken kategori, ülkede yaşanan sert siyasal kutuplaşmanın unsurları.
2000’li yıllardan itibaren ülkenin keskin bir biçimde kamplaşması, yazı ve simge mücadelesini de keskinleştirdi. Araçlar yollarda İslamcı-Osmanlıcı veya Atatürkçü biçimlerde seçilir hale geldi.

Simgesel mücadelenin bir ucunda Osmanlı tuğrası veya tuğra biçiminde yazılmış bir besmele, diğer ucundaysa Atatürk imzası, bazen Atatürk çıkartmasıyla birlikte çeşitli biçimlerde yer aldı. İslamcılığın yükselişi, 2010’lara kadar ordudan yargıya müesses nizamı tasfiye etmesiyle daha da görünürlük kazandı.
Eskiden müesses nizamın simgeleri, Atatürk büst ve heykelleriyse bu defa başka bir biçimde, daha sivil bir biçimde taşıt yazılarında-simgelerinde yoğunlaştı.
‘Susan kurtulur’
Son yıllarda spor salonlarından stadyumlara, konserlerden üniversite mezuniyetlerine veya bahar şenliklerine kadar duyulan Cumhuriyet’in ilk yıllarında bestelenmiş marşlar da bir başka tepkiyi ifade ediyor. Atatürkçülük sivil-asker bürokrasinin sultasından çıktıkça daha coşkulu bir hal alıyor ve otoriterleşmeye duygusal bir tepkiyi meydana getiriyor. Gençler Atatürk’ün adını, imzasını bedenlerine dövdürüyor.
Taşıt yazılarındaysa eski minibüs yazılarının kaderci-teslimiyetçi anlayışının bir uzantısı görünüyor. Mesela, bir hadis olan “Susan kurtulur” deniyor.

‘Susan kurtulur’ hadisi bireysel sorunlar içinde ancak bireysel çözümlerin üretilebilmesi için kullanılabilir. Oysa bu hadisin bir taşıt yazısı biçiminde kullanılması, olayları, bireysel ilişkileri dışta bırakıp toplumsal yaşama bir ilke getiriyor, susmayı bir erdem biçiminde gösterip kişisel ve toplumsal edilgenliği klişeleştirip bunu bir yaşam düsturuna çeviriyor, ne olduğu belirsiz ama mutlak bir itaati ve siyasal-toplumsal düzene bir bakıma sadakati öneriyor.
“Kul kaderini yaşar, bahtına ne çıkarsa” yazısı da hemen hemen aynı anlayışı dile getiriyor. Bir kamyonette görünüyor, dolayısıyla örgütsüz hizmet sektörünün bir parçası olduğu düşünülebilir. Kaderci-teslimiyetçi zihniyet burada da devreye giriyor ve eğri bir bilinçle yine edilgenliği ve itaati tavsiye ediyor.

Zehir bile parayla…
Üçüncü kategoride yine minibüs yazılarının devamı denilebilecek gerçekliği eğirilmiş ‘özlü sözler’ yer alıyor. “Zehir bile parayla, mutluluk nasıl bedava olsun” yazıyor. Bu yazı bir yandan her şeyin bir bedeli olduğunu anlatıyor, diğer taraftan mutlu bir sürücünün mutluluğu nasıl satın aldığını veya alamadığını gösteriyor.
Bu yazı belki de mutsuzluğu anlatıyor, belki de sürücü arabayı satsa mutluluğu satın alabilecek! Sürücü paranın bir geçim ve yaşam aracı değil de mutluluk satın alabilecek bir nesne olduğunu düşünüyor. Kavramsız dünyasında parayı tek geçer akçe görüyor.
Müslüm Baba’nın çıkartmasının altında “Yaşanmadan geçen yıllar utansın” yazısının altında, “Aşk bir hatıradır, maziden kalan.. Bir gün gitsen bile hatıran yeter…” denmiş.

Bu yazıda bir taraftan yılların yaşanmadan geçtiği ifade ediliyor, diğer taraftan aşkın bir hatıraya dönüşebileceği belirtiliyor. Eğer bir yaşanmışlık yoksa aşkın da yaşanmadığı, aşk bir yaşanmışlıksa ancak hatıranın bir anlamı olduğu söylenebilir. Dolayısıyla bu yazı ‘Müslüm Baba’ya da atıfla yaşanmamış bir yüzeyselliği, sahte bir duyguyu Soykan’ın ifadesiyle ‘yüzeysel bir şizofreni’yi gösteriyor.
Belki de ölüp giden minibüs yazılarının son temsilcisine dönüşüyor.