Başbakan, “çoğunlukçu otoriter” bir sistem içinde siyaset yapmanın formülünü buldu. Bu zaten çok zor bir şey değil. Başbakan ve ona oy veren kitle arasında cereyan eden bir diyalog, son analizde. Karşısına çıkan sorun ne olursa olsun, ister bakanıyla bakanın oğlu arasındaki konuşma, ister Başbakan’ın kendi oğluyla konuşması ya da Anayasa Mahkemesi’nin başkanının söyledikleri, Başbakan hemen kendisini dinlemeye hazır bir kitle buluyor ve o insanlara hikâyeyi kendi açısından anlatıyor. Onlar da gerekli tezahüratı yaparak onu dinliyor.
Onlar Başbakan’ın ve partisinin kendilerini doğrudan ilgilendiren alanlardaki icraatından hoşnutlar. Siyasetin hiçbir zaman “demokratik” olmadığı bir ülkenin yurttaşları olarak demokratik ilkelerin durumu da onları ilgilendirmiyor. Onlara hoş gelen şeylerin başkalarına hiç de hoş gelmemesi sorun değil. İşler onların istediği şekilde yürütülsün, gerisi boş laf.
Yani, onlar Başbakan’a bakınca istedikleri siyasî önderi görüyorlar. Başbakan da onlara bakınca istediği halkı görüyor. “Alan memnun, satan memnun” dedikleri cinsten bir durum. Başbakan bu kitleye her istediğini kabul ettirebilir, bunu da biliyor. Sonra onlardan aldığı onayla “çoğunluğun taleplerini yerine getirdim” diye öbür kalabalığa çatıyor.
“Öbür kalabalık”, Başbakan Tayyip Erdoğan’ın “seçilmiş halkı” dışında kalan herkes. Bir gün Pennsylvania ise ertesi gün Washington D.C. olabilir. Salı CHP ise çarşamba Anayasa Mahkemesi olabilir. Kendi evimizdeki televizyonu açmasak da, komşudan, kahveden, dolmuştan vb. o tanıdık ses geliyor. Bildik tonlamalarıyla monoton, yüksek hacimli ve öfkeli, birilerini azarlayan, her şeyin doğrusunu anlatan o ses.