İslâmcılıktan geriye siyasî bir iz kalmadı. Öğrendiğimiz ders çok açık: İktidarın sağı-solu, İslamcısı-laiki olmazmış. İktidarın dinlerden ve ideolojilerden bağımsız evrensel bir mantığı ve dili varmış. Başımıza gelen bundan ibaret. Farklar var mı? Elbette var; ancak bunlar inanç farkları değil.
Devlet iktidarı Başbakan’ın ellerinde ve karşısında Anayasa Mahkemesi dışında denge unsuru olabilecek hiçbir güç yok. Elinde imkân ve fırsat varken gücü nezaket gereği geri çevirecek bir lidere tarihte rastlanmamıştır. Siyasetin kendi kuralları ve doğası belirleyici; ötesine ne İslamcılık ne de muhafazakârlık bir sınır koyabilir.
Bir tarafta zenginlik, öbür tarafta güç, görgüsüz bir şekilde kullanılıyor. Bu yüzden para İslamcı burjuvaziye mutluluk ve nezahet, güç de siyasetçisine itminan ve asalet getirmiyor. Zenginlik nasıl bu yeni burjuvazi elinde gösterişe dayalı abartılı tüketime konu olduysa, güç de siyasetçisinde kaba bir şatafata ve gösteriye dönüşüyor. İktidar sadece despotça davranmıyor; bir de karşısına aldığı herkesin üzerinde ter ter tepiniyor. Gücün ve iktidarın sarhoşluk derecesinde keyfini çıkartıyor. Kim bunlar? Liderin etrafında onun emirlerini alesta bekleyenler. Çekirdek kadro ve kalemşorlar. Son aylarda siyasetin kendi icapları dışına taşan bu görgüsüzlüğün emareleri ile sıkça karşılaşmanız tesadüf olabilir mi?
İktidar adını verdiğimiz küçük azınlığın sonunu getirecek zayıf noktası işte bu görgüsüzlük. Çünkü bu görgüsüzlük sadece Cemaat’e karşı değil, birinci halkanın dışında kalan herkese karşı yapılıyor. Abdullah Gül’ün itibarsızlaştırmasında bu görgüsüzlüğün işaretlerini takip etmenizi öneririm.