Bakmayın balık konusunun zenginliğine, bu konuya meraklı olanların sayısı çok yok Türkiye’de.
Haritaya bakarsanız, dünyada denize bu kadar uzun kıyısı olan ülke sayısı pek fazla olmadığını görürsünüz.
Biz denizi seyretmeyi severiz de, mutfağımıza sokmayı pek istemeyiz.
Siz bazılarının, “Denizden babam çıksa yerim” palavrasına inanmayın. Babanız yerine balık yeseniz, daha lezzetli bir yemek yemiş olursunuz!
Yani biz, balığı pek sevmeyen (bilmeyen) bir toplumuz. Mutfağımız adeta balık fakiri. Bilmediğimiz balıklara pek sempati duymayız. O güzelim balıklar ağzımızı pek sulandırmaz!
Bildiklerimizin dışına çıkmayı pek sevmeyiz. Örneğin ya tava ya ızgara ya da buğulama. Ufkumuz bu kadar dar!
Mutfağımıza giren balık çeşidi de çok değil. Klasikler: Palamut, lüfer, hamsi, istavrit, sardalye. Bir de Norveç’in somonu…
Kalkan, zengin mutfaklarına sığındı. Gümüşün adı anılmaz oldu. Kimse artık “Boklu Kebap” yapmıyor. Fener Balığı “Öcü” diye adlandırılıyor, anneler yaramaz çocuklarını bu balıkla korkutuyor. Pisi ve dil balıklarını kimse ayırt edemiyor. Kırlangıç çorbasını yapmasını bilen İstanbullu sayısı iki elin on parmağı kadar azaldı. İskorpitin adını doğru söyleyebilen kaç kişi kaldı ki?
Bir zamanlar İstanbul’da, adaların etrafında gezinen lipsozları artık balıkçılar bile tanımıyor. Fatih’in sofrasından eksik olmayan yılan balığı ise yeni kuşağın iğrenerek baktığı balıklar kategorisine girdi.
Kentlerin atası Konstantinopolis’ten kalan mirasları teker teker tükettik.