Okura not:
Günün 11’i, Türkiye medyasındaki görüş ve yorum çeşitliliğini yansıtmak amacıyla hazırlanmaktadır. Aşağıda özetini bulacağınız yazıya yer vermemiz, içeriğini onayladığımız ve/veya desteklediğimiz anlamına gelmez.
Öyle güçlü bir mimari akım geliştirmişiz ki, civarında kendisinden başka hiçbir mimari eğilimin yeşermesine, eski mimari üslubun canlı kalmasına izin vermemiş! Deyim yerindeyse gölgesinde ot bitmemiş! Geçmişinden tamamen kopmuş, geleceğe yönelik de ipuçları vermeyen bir mimari bütünlük yaratmışız. “Bu iyi bir şey mi?” diye soruyorum kendime. Kafka’nın sözü kulaklarımda çınlarken: “İyi, bir bakıma rahatsızlık vericidir.” Prof. Dr. Hasan Bülent Kahraman “Sanatsal Gerçeklikler, Olgular ve Öteleri” isimli kitabında “Sanatı tarihi boyunca modernist soyutlama olarak ele almamış bir toplumun, kendisini mimarlıkla nasıl ilişkilendirebileceğini” soruyor. Sorunun yanıtı dolaştığımız herhangi bir kentimizin, herhangi bir sokağında üst üste konmuş ve sıvanmış tuğlalar olarak karşımıza çıkıyor: Hayır, böyle bir ilişkilendirme mümkün olamıyor!
Demek istediğim şu ki kentlerimiz hiçbir özelliği olmayan, bir kimlik ortaya koymayan (ya da pek de matah olmayan bir kimlik ortaya koyan diyelim) düz – beton duvarlardan ibaret! Tamam haksızlık da etmeyeyim. Birçok kentin tarihi merkezindeki beş – on eski bina aslına sadık kalarak restore edilmiş bulunuyor. Şansıma Malatya’da doğduğum ev de bunlardan biri olmuş. Ama hepsi o kadar.
Gözümün önünde geçen hafta sonunu geçirdiğim Floransa var, aklımdan Malatya’da, Amasya’da, Eskişehir’de, Afyon’daki bir – iki sokaklık cılız örnekler geçerken. Bir zamanlar bu kentlerde yaşayan insanların yarattıkları, hepsinin kendine özgü bir kişiliği olan evlerin çoğu “kat karşılığı” beton canavarlara yerlerini terk etti.
Şimdi ise günün modası iki uçta: Düdük kadar bahçesi olan, duvarların arkasına saklanmış tripleks villalar, penceresi açılmayan, içinde tablo asacak tuğla duvarı da son derece kısıtlı kule rezidanslar! Türkiye’nin en verimli tarım alanları, ormandan tırtıklanan araziler ve denize nazır dağ başları birbiri üstüne yığılmış “villalarla” doluyor. Tırnak içinde yazıyorum çünkü sözlüklerin “bahçe içinde gösterişli ve müstakil ev” olarak tanımladıkları villa ile bu mimari garipliklerin hiçbir benzerliği yok. Bunlar bırakın müstakil olmayı adeta birbirinin içine geçmiş evcikler. Arsaya daha fazla ev sığdırmak için bahçeleri de zaten yok. Gözünüzü kısıp da baktığınızda gördüğünüz şey, bir zamanlar apartman diye dikilen zevksizliklerin, bu kez daha genişçe bir arsaya yatırılmış halinden ibaret. Ben buna “apartmanların sürüngenleşmiş hali” diyorum. Tıpkı bir sürüngen gibiler: Yıvış yıvış, soğuk ve acımasız.