CANAN COŞKUN
canancoskun2@gmail.com
@canancoskun
Türkiye ile Katar arasında ‘Su Yönetimi Alanında İşbirliği’ başlıklı bir anlaşma yapıldı. Antlaşma metni, 21 Mart’ta Resmi Gazete’de yayınlandı. Anlaşmanın detaylarının ne olduğu Kasım 2020’den bu yana muhalefet tarafından sorulmuş, anlaşma karşılığında Katar’dan Türkiye’ye para aktarılacağı iddiası ortaya atılmıştı.
Resmi Gazete’deki beş sayfalık mutabakat zaptının ne anlattığını ve neden olabileceği sonuçları ‘Suyun Metalaşması – Kıtlığın Nedeni Kıtlığa Çare Olabilir mi?’ (Evrensel Basım Yayın, 2013) kitabının yazarı, Küresel Emek Üniversitesi’nden (Global Labour University) Dr. Gaye Yılmaz ile konuştuk.
Bu mutabakat zaptı bize ne diyor, gerçekten bir işbirliğinden mi bahsediyor?

İki ülke var karşımızda: Türkiye ve Katar. Ne ekonomik olarak, ne coğrafi büyüklük olarak, ne su kaynakları olarak, ne de nüfus yapısı olarak birbiriyle uzaktan veya yakından hiçbir benzerliği olmayan iki ölçekle karşı karşıyayız. Katar çok varlıklı ve nüfusu da az bir ülke. Kişi başına düşen milli gelirin yüksek olması tek başına petrolle de açıklanamaz çünkü nüfus 2.8 milyon. Ama tam bir su fakiri. Türkiye’de su zengini sayılmaz dünya ölçeğinde ama Katar’la karşılaştırılamayacak kadar çok fazla sayıda ve güçlü su kaynakları var. Karşısında Katar olduğunda bu çok rahat söylenebilir. Peki böyle bir anlaşma kime yarayacak? İlk bakışta Türkiye’nin su kaynaklarından Katar’a aktarmak üzere yapılmış bir antlaşma gibi görünüyor. Çünkü suya asıl ihtiyacı olan Katar. Uluslararası istatistiklere ve resmi verilerine göre Katar’ın su kullanımının toplamının yüzde 50’si desalinasyon yöntemiyle yani deniz suyunun tuzdan arıtılmasıyla elde ediliyor. Yine toplam tüketimin yüzde 14’ü kullanılmış suyun arıtılması yoluyla elde ediliyor.
Mutabakat metninin daha ilk paragrafında dikkatimi çeken bir şey var: ‘Su yönetiminin ekonomik kalkınmadaki rolü.’ Burada söylenmek istenen, açıkça kastedilen şey, su kaynaklarının tamamen ticari amaçlarla kullanılacağı. Peki bu hangi ülke için söz konusu olacak? Katar’da su kaynağı olmadığı için Türkiye, Katar’a karşı böyle yapacağını taahhüt etmiş oluyor. Türkiye “Ben su kaynaklarımı senin çıkarların doğrultusunda tamamen ekonomik anlamda kullanacağım” demiş oluyor.
‘Sit alanları ve yer altı suları dahil’

Metinde vurgulanan bir diğer ifade de ‘entegre havza yönetimi’ şeklinde kayda geçen ‘bütünleşik havza yönetimi’. Bu çok geniş ve riskli bir tanım. Bir havzayı kendi içinde ele almıyor. O havzaya su taşıyan bütün unsurları, toprakları, yer altı sularını dahil ediyor. ‘Bunun nasıl bir sakıncası var’ diye sorulabilir. Havzayı bu kadar geniş tanımladığınızda kaçınılmaz bir şekilde örneğin sit alanları da hiçbir koruma olmadan o havzanın içine dahil olacaktır. Zaten şu ikisi bir arada olamaz: ‘Hem ekonomik kullanıma dahil edelim hem de o kaynakları koruyalım.’ İkisinden biri seçmek zorundasınız. Ekonomik kullanıma dahil ettiğiniz anda artık koruyamazsınız. Bu mümkün değildir. Koruyun dediğiniz anda da ekonomik kullanım mümkün değildir.
‘Desalinasyon yöntemi geliyor’

Salgın hastalıklar suyun öneminin altını çizdi. Barajların doluluk oranı artık kamuoyunca takip edilen bir konu haline geldi. Ortalama her yedi yılda bir su krizi yaşandığını da göz önünde bulundurursak bu işbirliği bir tehlikeye işaret ediyor mu?
Kesinlikle mevcut sular açısından tehlikeye işaret ediyor. Bir başka ülkeye bir tür bağımlılık aslında bu anlaşma. Peki Katar bize ne verebilir? Katar bize aslında deniz suyu arıtma alanındaki uzmanlığını, su arıtma alanındaki uzmanlığını verecek. Bunun karşılığında da Türkiye’den muhtemelen temiz su, içme suyu kullanım hakları isteyecek. Antlaşmanın ‘İşbirliği Alanları’ başlıklı ikinci maddesinin 1’inci fıkrasının D bölümünde düzenlenen “Yer altı suyu sistemini ve doğal ve yapay beslemeyi yönetmek” hükmü buna işaret ediyor. Türkiye’nin yapay beslenme diye bir sorunu şimdiye kadar hiç olmadı. Ama bundan sonra belli ki olacak ve bu beslenme tarzı deniz suyunu arıtmak veya normal suyu arıtmak anlamına geliyor. Katar’a şu denecek muhtemelen: “Sen iki alandaki arıtma uzmanlığını bizimle paylaş. Biz de karşılığında sana belli temiz su kaynakların kullanım hakkını verelim.” Çünkü Katar’ın da buna ihtiyacı var. Dolayısıyla bizim sularımız açısından ciddi bir tehdit oluşturuyor. Ama bu tehdit yalnızca mevcut su kaynaklarının tükenmesi anlamına değil, hiç yapılmaması gereken mesela desalinasyon yönteminin Türkiye’ye bir şekilde entegrasyonu anlamına da geliyor. Neden hiç yapılmaması gerekiyor? “İsrail ve birçok çöl ülkesi de bunu yapıyor” denebilir. Ama Türkiye üç tarafı denizlerle çevrili ve su kaynakları açısından bu ülkelerle benzetilemeyecek bir ülke.
‘Arıtılan deniz suyu tarımda, endüstride kullanılamaz’
Riski nedir deniz suyunu arıtmanın?
İnanılmaz kirlilik yaratan bir teknolojidir bu. Bu tesisler deniz kıyısına kurulur. Devasa hortumlarla denizden su çekilir. Çok yüksek enerji tüketilerek bu sular tuzdan arındırılır ve arkasında çamur gibi bir tortu bırakır. Bu tortular deniz kıyısında olduğu için doğrudan denize salınır. Dolayısıyla her seferinde denizden çekilen su bir öncekine göre daha kirli, daha yoğun, daha çok enerji ile arıtılabilecek bir su haline gelir. Hem deniz kaynakları kirlenir hem çok fazla enerji tüketimi gerektirir hem de sonunda elde edilen su asla endüstride, tarımda, gıda amaçlı üretimde kullanılamaz. Böyle sistemlerin Türkiye’ye girişi anlamında da riskler taşıyor bu anlaşma. Ama anlaşmada bundan çok daha riskli bölümler var.
‘Doğalında akan sular da ticarileşecek’

Ne diyor o bölümler?
Mesela “Gelir getirmeyen su kaynaklarını azaltmak” diye bir ifade var. Gelir getirmeyen su, henüz ticarileşmemiş demek. Kendi doğallığında akmaya devam eden suları kastediyor. Bunları azaltmak, üstlerine HES’ler yaparak, suyu ekonomik gelir elde etmek için başka ülkelere, özel sektöre satarak olabildiğinde ticarileştirmek demektir. İşin içinde o kadar ironik, kabul edilmesi mümkün olmayan, aklın almadığı boyutlar var ki. Mesela ‘sınır aşan sular’ kavramı geçiyor. Normal olmayan, olmaması gereken sınırlardır aslında. Sınır aşan su dediğiniz anda suyu suçluyorsunuzdur sınırı aştığı için. O anlamdaki bütün sular aslında uluslararası enternasyonal sulardır. Hiç kimseye ait değildir ve herkese aittir.
Bu durumda bu mutabakat ‘Türkiye’de ticarileşmemiş su kalmayacak’ diyor. Öyle mi?
Ticarileşmemiş suları da ticarileştirmeyi hedefliyor. Gelir getirmeyen suları azaltma hükmünün amacı var olan bütün su kaynaklarını ticari amaçlar için seferber etmektir. Katar’ın mevcut su kaynakları zaten çok kısıtlı olduğu için bu hüküm asıl Türkiye için konmuş, bu belli. Katar’a tahsis edilecek su kaynakları için anlaşmanın bu maddesi gerekçe gösterilebilecek.
Bir diğer konu, anlaşmanın süresi, değişikliklerin eklenmesi. Bunlar son derece riskli hükümler. Anlaşma, taraflar aksini söylemedikçe her beş yılda bir otomatik olarak yenilenecek. Daha kötüsü, taraflar mutabık kaldığında antlaşmaya istedikleri hükmü ekleyebilecek. Bunlar mesela belli bir su kaynağının kullanım hakkını Katar’a devretmek olabilir. Bu sadece bir ön metin. Arkadan gelecekleri henüz bilmiyoruz.
‘Yeşilırmak’ı Katar’a bırakabilirler’
Bu anlaşmayla örneğin Yeşilırmak’ı Katarlılarla ortak işletmeye başlayabilir veya onlara bırakabilirler. Yeşilırmak’ın yalnızca denize döküldüğü yerdeki sularını alıp Katar’a taşımak veya farklı Arap ülkelerine pazarlamanın dışında Yeşilırmak’tan su temin eden ne kadar tarım arazisi ve çiftçi varsa hepsini istediği fiyatla satma hakkını da elde etmiş oluyor. Bu mutabakat metni Türkiye’nin su kaynaklarının kullanım hakkının Katar’a devrini sağlayabilecek bir anlaşmadır.