MUZAFFER SOLAKOĞLU
Özellikle Japonların Sakura dediği Kiraz ağaçlarının açma mesvimine denk getirdiğimiz Japonya seyahatimizin ilk günü 12 yıldır Japonya’da yaşayan Amerikalı rehberimiz Nemo’nun uyarısıyla başladı: “Bu hafta boyunca Japonya hakkında çok sorunuz olacağına eminim; sorularınızı elimden geldiğince cevaplamaya çalışacağım ama bazı soruların tek bir cevabı olacak: Çünkü, Burası Japonya.”
İnsandan Ada Olmaz – John Donne
Japonların aslında uzaydan gelmiş ayrı bir ırk olabileceğini yazımı okudukça göreceksiniz ama bu farklılıklara en kestirme cevabı Japon tarihi veriyor.
Batı’dan gelen Hristiyanların Çin’e (bkz: Afyon Savaşı) nasıl zarar verdiklerini gören Japonlar 1635 yılında ülkelerinin sınırlarını kapamaya karar vermiş. Kapama dediysem Japon stilinde katı bir kapamadan, hatta mühürlemeden bahsediyorum: Japonya’dan çıkan Japonların geri gelmesi yasaklanmış, Japonya’ya ayak basan Gaycin dedikleri yabancılar ise sorgusuz sualsiz öldürülmüş.
1867’ye kadar yani 230 sene süren bu zamanda zorunlu ticaret Hollandalılarla Nagazaki’deki ufak adadan, sıkı bir kontrol altında devam etmiş.
Bu ada ve Japonların kapalılıkları hakkında Bulut Atlas‘ın da yazarı David Mitchell’ın bu yazı yazılırken malesef henüz Türkçe’ye çevrilmemiş güzel romanını öneririm.
Sınırların tekrar açılması “Ticaret de ticaret!” diye kıvranan Amerikalıları zoruyla (“Açmazsanız, Nagazaki’yi bombalıyoruz”) olmuş.
Bu 230 senede Japonlar kendi kendilerine – kendi sanatları, kendi dinleri, kendi dilleri, kendi sporları, kendi bahçeleri, kendi çiçek aranjmanları, kendi yazıları, kendi içkileri, kendi yemekleri derken – dünyadan kopuk kendine has bir kültür geliştirmiş.

Kyoto Ritz’deki 1.000.000 dolar değeri olduğu iddia edilen bonzai.
Şogun, Buşido, Samuray, Ronin ve Ninja
1635 yılındaki kapanma kararını Togukawa isimli Şogun almış. Bizler için Şogun, Anjin-san’dır ama Japonlar için Şogun ülkeyi 1192’den 1867’ye kadar yöneten asker liderlere verilen bir ünvan. Bazen Şogun ile karıştırılan Samuray ise Japonya’nın savaşla uğraşan ve ekseriyetle Şogun’a hesap veren soylularına verilen isim.
Samuray sistemi Osmanlı’daki Sipahi sistemine benzer. Aslında çiftçi olan Samuraylar belli bir miktar toprağa sahiptir ve onun karşılığında Şogun’a asker vermekle yükümlüdürler.
Günümüzde hala Samuray aileleri bilinmekle birlikte artık ünvan olarak esameleri okunmayan Samurayların yaşam biçimi Buşido, Japon kültüründe hala önemli bir yer tutmakta.
Buşido ahlakı biraz bizim delikanlılık ahlakına benzer. Önemli olan özellikler, sadakat, onur, uzakdoğu sporlarında ustalık ve az ile yetinme olarak özetlenebilir. Sadakattan sapmak veya onur kaybetmenin cezası intihar (harakiri) veya ölümdür.
Japon dinleri Konfuçyanizm, Şintoizm, Zen-Budizm Buşido’nun oluşmasında etkin olmuş. Buşido’yu en iyi 47 Ronin gibi eserlerden öğrenmek mümkün, günümüz Japonlarını anlamak için tavsiye ederim.
Ronin ise başında herhangi bir sebepten dolayı lideri olmayan başıboş Samuraylara verilen isim. Bu eski hikaye liderlerini kaybeden bir grup Samuray’ın organize olup intikam almaları üzerine.
Yine özellikle 80’lerde filmleriyle büyuümüş bizlerin en iyi bildiği savaşçılar Ninjalar ise Samuray ahlakına uymak zorunda olmayan casus ve/vea kiralık katillere verilen isim.
17. Yüzyılda Japonya’nın tek kuvvet altında (Tokugawa Şogunluğu) birleşmesi sonrasında Ninja kalmayınca Ninja kültürü mitolojiyle karışmış ve Ninjalara görünmeme, suda yürüme gibi insanüstü özellikler bahşedilmiş.

Japonlar Kuralcıysa Biz Türkler De Tabudevireniz.
Kamakura
Seyahatimizin ilk üç günü Tokyo’da geçti. Oradan en eski başkent Kamakura’ya gittik ve sonra üç gün de Kyoto’da kaldık.
Ama Japon tarihinin kronolojisine göre gidersek anlatmaya Kamakura’dan başlasam daha iyi olacak.
Kamakura Şogunu 12. yüzyılda Japonya’yı ilk defa birleştiren kişi. Bundan dolayı Kamakura Japonya’nın ilk başkenti sayılabilir. Daha öncesinde ve sonrasında imparator var, ama Kamakura Şogunu’nun zamanında imparatorun gücü azalmaya başlamış.
Japon imparatoru 2. Dünya Savaşı’nın sonuna kadar aynı zamanda tanrı sayıldığı için Kamakura Şogunu’nun gücü toplaması ilk defa dini liderlerden askeri liderlere geçiş sayılıyor.
Kamakura ufacık ama çok güzel bir şehir ve şehrin ana caddesi okyanustan dümdüz Tsurugaoka Haçiman-gu Tapınağı’na çıkıyor.
Tapınağa bütün Şinto tapınakları gibi (kırmızı) dev bir kapının altından giriliyor. Kapının amacı kötü ruhları dışarıda tutmak.
Tapınağın girişindeki 1000 yıllık olduğu iddia edilen dev ginko ağacının işlevi Şogun olabilmek için amcasının öldüren Kugyo’nun saklanmasıymış (yaklaşık 1000 yıl önce, 1219 yılında). Ancak Kugyo yakalanmış ve kafası kesilmiş. Ardından ailenin erkeği kalmadığını fark ettiklerinde artık çok geçmiş ve Kamakura’nın başkentliği de bu şekilde sona ermiş.
Japonların harakiri hikayelerini biliriz, burada da kaybedilen bir savaş sonrasında 900 Samuray bir tapınağa girip intihar etmiş. Ardından onları izleyen halktan intiharlar da başlayınca toplamda birkaç gün içinde yaklaşık 6 bin kişi kendisini öldürmüş.
Japonların onur, sadakat ve mükemmeliyetçilikleri sonucunda harakiri gibi pratik bir intihar metodu icad olmuş, hala da kullanılıyor. Çünkü burası Japonya!
Şintoizm, Budizm ve Konfuçyanizm
Pekin’deki Cennet Tapınağı gibi çivi kullanmadan geçmeli ahşapla yapılmış tapınağın başka bir özelliği de aynı anda hem savaş tanrısı Haçiman’a adanmış bir Şinto tapınağı hem de bir Tandai Budist tapınağı olması.
Aynı anda iki dinin birden aynı ibadethaneyi kullanması bize çok garip gelse de (aynı anda hem kilise hem de cami olan bir bina düşününüz) Japonya’da çok yaygın.
Birçok Japon, dini sorulduğunda hem Şintoist hem de Budist olduğunu söylüyor. Dolayısıyla araştırmalarda yüzde 97 Şinto, yüzde 19 Budist gibi rakamlar çıkıyor. Genellikle iyi şeylerde (doğum, evlilik) Şinto, kötü şeylerde ise (ölüm) Budist kurallarını uyguluyorlar.
Japon felsefesinin önemli bir kısmı da Sokrat ile aynı yıllarda yaşamış Çinli filozof Konfiçyus’un sadakat, güvenilirlik ve hümanizm ahlakının etkisinde.
Japonlarla özdeşleştirilen büyüklere ve ölülere saygı, kendilerini sürekli geliştirerek mükemmele ulaşmaya çalışma arzuları Konfüçyanizm kökenli. Konfüçyanizm din sayılmadığı için araştırmalarda rakamı yok, ama Japon kültürünü derinden etkilediğini görüyoruz.
Şintoizm Japonların orijinal dini, Türklerin orijinal dini Şamanizm’e benzer. Şintoistler doğaya tapıyorlar, doğa derken: ağaçlar, güneş, kayalar hatta bazen sesler! Bunların hepsinin bir tanrısı var, böylece toplamda 8 milyon tane tanrı oluşmuş, 127 milyonluk bir ülke için fena bir rakam değil.
Şintoizm tam bir kolaylık dini: kurucusu yok, izlemeniz gereken kurallar çok gevşek ve sadece bir kısmını yapmanız kafi.
Öte yandan milliyetçilik kuvvetlendikçe Şintoizm’in önemi de artmış. 2’nci Dünya Savaşı sırasında Japonlar istila ettikleri ülkelerdeki insanları (özellikle Kore ve Tayvan) zorla Şintoist yapmış.
Aklıma Bülent Arınç geldi!
Her Şinto tapınağına girdiğimde aklıma Japonya’yı ziyaret edip çok beğenen Bülent Arınç’ın “Japonlar çok iyi insanlar ama keşke Müslüman olsalardı” deyişi geldi. Acaba Japonlar da “Türkler ne iyi insanlar, keşke Şaman kalsalardı da memleketlerinde azıcık doğa kalırdı” diyorlar mı?

Kiyomizu tapınağı. Buradan atlayınca direkt cennet varmış.
Budizm, Japonya’ya birçok şey gibi Çin’den gelmiş. Buradaki Budizm Çin’deki Budizme benziyor.
Kyoto’da gezdiğimiz Kiyomizu Tapınağı’ndaki genç baş rahip kendi Budizm’lerinin (Mahayana Budizmi – veya daha spesifik olarak Zen Budizmi) farkını, insanın Budizm’de tarif edilen 108 arzusuyla savaşmaktansa başka insanlara iyilik yapmanın tercih edilmesi gerektiğini izah ederek anlattı.
Zaten kapıda park edili Lexus’lardan ve kolundaki Rolex’ten en azından bazı isteklere karşı direnmediği belliydi!
Tasavvuf felsefesine benzer olarak Buda’yı her yerde bulduğunu, mesela ufak kızında Buda’yı hissettiğini zira kızı gülümseyince kendisinin bütün dertlerini unuttuğunu söyledi. Aynı anda hem Budizm, hem Şintoizm, hem de Toyota Lexus! Çünkü burası Japonya!
Limitsiz pilav!
Yine aynı tapınakta Ay Bahçesi isimli güzel bir Japon bahçesi vardı. Bahçenin hakkını vererek izlendiği yan binada, normalde meditasyon için kullanılan bir salondan dışarıdaki bahçeye bakarak (vegan) Budist yemeği yedik. Ekmeksiz doymayan Türkler için yemeğin sonunda sınırsız pilav da getirdiler…
Burada papaz bize bahçeye Ay Bahçesi denmesine rağmen oturduğumuz yerden ayın hiçbir zaman görünmediğini, ama önemli olanın ayı görmek değil ayın sayesinde görünen diğer güzellikleri fark edip ayın değerini anlamak olduğunu anlattı.
Sonra da yemeğimiz gelirken Zen Budistleri’nin yemek yerken yemeği yapanları düşünüp onlara şükrettiklerini anlattı. Yani iyi bir budist isek havuç turşusu yerken havucu yetiştiren suyu sağlayan pınara ve dağa, toprağı gübreleyen ineğe, havucu eken ve biçen çiftçiye, turşuyu yapan tuşucuya, turşu kavanozunu yapan camcıya müteşekkir olmamız lazım.

Sana baktım ayı gördüm.
Tapınak ve Şintoizm demişken Şinto tapınaklarının Feng Şui felsefesine uygun olarak yapıldığını da belirtmek lazım.
Tokyo’daki Meiji Tapınağı’na gelen yol kıvrım kıvrımdı. Rehberlerimizinden Kondo-San bunun Feng Şui için özellikle kıvrımlı yapıldığını, bu karmaşıklığın kötü ruhların tapınağı bulmasını zorlaştırdığını söylemişti. Kamakura’daki tapınağın yolu dümdüz olunca merak ettim, sordum. “Ya buradaki yol düz ama aslında kapılar olduğu için kötü ruhlar zaten giremezler” diye açıkladı!
Dediğim gibi Şintoizm kolaylık dini, bütün rehberler de güzel hikayeler anlatmayı tercih ediyor…
Sonrasında Kamakura sokaklarında biraz dolaştık. Ben görüntülerinden etkilenip tadlarını merak ettiğim garip Japon tatlılarından aldım.
Yeşil çayla yapılan bir cins lokum diye tarif edebileceğim tatlı Japon stilinde çok güzel bir şekilde paketlenmiş olarak sunuluyordu. Bir de hem tatlı hem tuzlu kurabiye aldım ki almamın asıl sebebi yanındaki tarifti: denizin üzerinden esen tuzlu şonan’ın hatıra kokularıyla bezenmiş tatlı kurabiye. Çünkü burası Japonya!
Genji Dağı’nda bir çiftlik evi
Geleneksel Japon çiftlik evlerine ‘Minka’ deniyor. Bu evler geleneksel Japon ailesinin de aynası. Bizim gittiğimiz evin sahibi, ülkenin çeşitli yerlerinden ahşap evler satın alıp bunları yenileyerek başka yerlere kuran bir mimardı.
Bu evlerde genellikle en az üç kuşak beraber yaşıyor, hayvanlar da evin içinde bir odada.
Çoğunlukla pirinç tarımı yapan ailelerde herkes çalışıyor ve evin içinde kışın sürekli yanan bir ateş var. Ateş evin orta yerinde açılan bir çukurda yakılıyor ve bacası yok! Mimar abi ne kadar, “Ölüm olmaz, çünkü duman bambu tavandan geçerek üst kata çıkar, oradan da bambu çatıdan evden gider, hem zaten bu şekilde bambudan yapılma bu evlerde tahtakurusu yaşamaz” dediyse de bana pek inandırıcı gelmedi!
Gezdiğimiz evde geleneksel Japon mimarisinin özellikleri de vardı: waşi kağıdından yapılma sürgülü pencere ve kapılar, içlerinde rulo haline getirilmiş yatak olan sürgülü dolaplar, minimum eşya…
Mimar bizlere yaptığı slaytşov sırasında gelenekten uzaklaşmanın, Japon kültürünün dejenere olup insanların açgözlülüğünün Fukuşima gibi felaketlere yol açtığını anlattı.
Bu evi gezerken Japon mükemmeliyetçiliğini bir kez daha gördük. Evde her şeyin işçiliği mükemmeldi. Bütün duvarlar, çevçeveler dümdüzdü, sürgü kapılar eski ve tahta olmasına rağmen mekanizmaları mükemmel çalışıyordu (Tahta rutubetten şişip yamulmaz mı?)
Mimar abi hep aynı marangozlarla çalıştığını, Japonya’da tek başına çalışabilen bir marangoz olmak için en az 15 yıllık tecrübe gerektiğini anlattı.

Sümüklüböcek sağ altta, hüp diye yemeniz lazım.
Japonya’da yediğim yemeklerden tek sevmediğim bu mimarın evinde yediğimiz bento kutusundakilerdi…
Bento kutusu bir nevi kullanıp atılan sefertası. Çok şık bir kutu içinde üç çekmece vardı ve bu çekmecelerde ne olduğunu anlamadığımız ufak bir lokmalık renkli yiyecekler dizilmişti. Zeytine benzeyen bir cins fasulye çıktı, pembe lokuma benzeyen ise bir cins deniz mahsulü. Şık bir kürdana takılmış sümüklüböcek lastikimsi idi, kalanların da ne olduğunu anlamadım zaten…
YARIN: Kyoto muhtemelen Japonya’daki en güzel şehir….