
H. AYHAN TİNİN
Sanat da var / Kitap-Araştırma
insanatinart@gmail.com
Bir kent kültürü ile vardır.
Kentli olmak bir kültürdür.
Gökhan Akçura’nın son yaz günlerinin serin akşam saatlerine dostluk eden kitabı ‘Bir Şehr-i İstanbul ki…‘ içinde yaşadığımız kenti anlamak, içinde yaşadığımız kültürü anlamlandırmak adına yetkin ve doğru bir anahtar.
Salgın günlerinin hengâmesine gözlerden kaçan bu değerli yapıtı, yeniden şehre dönüş yapılan şu günlerde okumak, belki daha güzel bir sonbahar için yardımcı olur.
Bir kentte yaşamak. Orada nicel olarak sayılmış olmak, o kentin altyapı ve üstyapı olanaklarını kullanmak; kentli olmaya yetmiyor.
Barbaros bulvarından aşağı inerken denizi gördüğünde heyecan duymak belki kendini kente ait
hissetmek.
‘Üç İstanbul‘ romanını okurken vapurda, Haydarpaşa önlerinde dalıp gitmek.
‘Esir Şehrin İnsanları’nı, işgal İstanbul’unu okumadan ne kadar kendimize ait sayabiliriz bu kenti…
Kent, insanın davranış ve düşüncelerini de etkileyen ve etkilenen farklı bir düzeni de ifade ediyor.
Kent kültürü, onu oluşturan insanlarca, ortak üretilen değerlerin oluşum süreci.

Bir kenti coğrafyası ve tarihi içinde doğru yere oturtup sonra da kendini o kendin doğasıyla uyum içinde oluşturmak, belki zor ama o kentli olmanın bir ön koşulu…
Gökhan Akçura kuyumcu titizliğiyle önceki kitaplarında olduğu gibi bu kez de ele aldığı İstanbul’da bizi tarihsel ve farklı yaşantılardan bir yolculuğa çıkartıyor.
“Bu İstanbul artık çok bozuldu!” ile “Sen mi büyüksün ben mi İstanbul?” polaritesine sıkışmadan kentli olabilmek için ihtiyacımız olan kaynaklara iyi bir örnek bu kitap.
Sözgelimi bizim için ilk gençliğimizden bu yana pikniğe gitmek ya da -afedersiniz- eşeğe binmek için gidilen ve genellikle son vapur kaçırıldığı için eve oldukça geç dönülen adalar Akçura’nın kitabında oldukça farklı bilgilerle yer alıyor.
Önce 1926’da kurulan, sonra 1934’de yeniden canlandırılan ‘Adaları Güzelleştirme Cemiyeti‘, yaşama sevinci ile yaşama kültürü arasındaki güçlü bağı çok keyifli anlatıyor.
1943’de adalarda yaşayanlarla toplantı yapan Vali Lütfi Kırdar’ın hikayesini okumak bugünün insanını hayli şaşırtıyor!
Yalnızca bu mu?
İstanbul’un yaz mevsimlerinde yaşadığı değişimi 1794 İnciciyan tarihinden başlayıp araştıran bölümde; eski Türk romanlarından hatırladığımız ve “Acaba?” diyerek dudak büktüğümüz “O yaz Pendik’te oturan halamlara gidecektik. Bir hafta önceden başlayan hazırlıklar, sabah çıkılan bütün bir gün süren uzun bir yolculuktan sonra…” gibi cümlelerin ne kadar gerçek olduğunu; bugün şehir merkezi saydığımız semtlerin Cumhuriyetin erken dönemlerinde bile nasıl uzak sayfiye yerleri sayıldığını o günleri yaşayarak okuyoruz.
Yazlar işin içine girince doğal olarak İstanbullunun denizle ilişkisi ve deniz hamamları vazgeçilmez makalelerden biri oluyor.
İstanbul’un festivaller tarihi, bürokrasi ve basın arasındaki gelgitlerin ve farklı yaşam kültürünün uzlaşmasını değil de çatışmasını göstermesi açısından ilginç…
Başka bir konu var ki; bugünün ihtiyaçlarına da uyan bir oluşum gibi… ‘1945 Saygısızlıkla Savaş Derneği!’
Hani bazen ‘az gittik uz gittik‘ diye başlayan cümleler vardır ya…
Birbirimize ve yaşadığımız kente saygımızı yitireli bu kadar uzun zaman mı oldu, yoksa zaman içinde azala eriye hiç mi kalmadı?
Saray Sineması’nın hikayesini de okuyunca bugün yerine yapılana neden hilkat garibesi dediğimizi meraklısı anlayacaktır.
Bir elektrik kontağına kurban gidip üzeri alelacele örtülen Şan Sineması, Beyaz Ruslar, Siyah Ruslar, Maxim kulübü, Devekuşu Kabare Tiyatrosu…
Bir kenti anlamak, bir kültürü anlamak, yaşamın bir rengini daha çözmek o kentin içinde kaldırımları tekmeleyerek değil, severek ve gelişerek ve geliştirerek yaşamaktır.
Gökhan Akçura bu lezzetin anahtarını bize sunuyor. Gerisi sizin İstanbul’unuzu nasıl almak istediğinize kalmış.