Radikalizm üzerine araştırmalarıyla tanınan Hollandalı siyaset bilimci Cas Mudde, aşırı sağcı Almanya için Alternatif’in (AfD) Alman parlamentosuna girmesinin sebeplerini ve bundan sonra olacakları Guardian’a yazdı.
24 Eylül’deki seçimlerde oylarını yüzde sekiz arttırarak yüzde 12,6’ya çıkaran AfD, 94 sandalyeyle parlamentonun en kalabalık üçüncü partisi olmuştu.
Georgia Üniversitesi’nde profesör olan ve Oslo Üniversitesi’nde radikalizm üzerine araştırmalar yapan Mudde’nin yazısı seçimin gerçekleştiği 24 Eylül gününün akşamı Guardian’da yayımlandı.
Mudde’nin yazısı şöyle:
Belçika ilk kara pazarını 1991 yılında popülist radikal sağ Flaman Cephesi yüzde 6,8 oy aldığında yaşamıştı. O günden beri Danimarka’dan İsviçre’ye pek çok Batı Avrupa ülkesi benzer deneyimlerden geçti. Şimdiyse her daim istikrarlı olan Almanya kendi kara pazarını yaşıyor.
Popülist radikal sağ Almanya için Alternatif (AFD), sandık çıkış anketi sonuçlarına göre yalnızca parlamentoya girmekle kalmadı, oyunu yüzde 12.6’ya çıkararak en büyük üçüncü parti oldu.
Buna ek olarak merkez sağ CDU/CSU yüzde 32.5, merkez sol SPD ise yüzde 20 ile İkinci Dünya Savaşından bu yana en kötü sonuçlarını aldı. Bu oranlara göre AfD SPD’nin oyunun üçte ikisini, CDU/CSU’nun oyunun ise yüzde 40’ını elde etti.
Alman Devlet Televizyonu’nun yaptığı anketler AFD’nin ‘kalesinin’ geçmişte komünist yönetim altında olan ülkenin doğusu olduğunu ortaya koydu. Ülkenin batısında ortalama bir oy oranı elde ederek yüzde 11 alan parti, doğuda bunun neredeyse iki katını alarak yüzde 21.5’e ulaştı. Bu, AFD’nin en büyük desteği doğudan aldığı bölgesel seçim sonuçlarıyla da paraleldi.
AfD aldığı 1.2 milyon oy ile ilk defa oy kullananlardan da CDU/CSU (1 milyon) ve SPD’ye (500 bin) göre daha fazla oy elde etti.
Yalnızca ana akım partilere oy veren seçmenleri değişime zorlamakla kalmayıp ilk kez sandığa gidenleri de mobilize eden bu oylar, birçok açıdan Merkel’e ve onun ülkenin kapılarını göçmenlere açmasına karşı verildi. Aynı anketin gösterdiği sonuçlara göre AfD seçmeninin yüzde 89’u Merkel’in göçmen politikalarının halkın endişelerini (yani Alman vatandaşlarının) gözetmediğini, yüzde 85’i ülkenin sınırlarının daha sıkı tutulması gerektiğini, yüzde 82’si ise Merkel’le geçen 12 yılın yettiğini düşünüyor.
Bir başka deyişle, AfD bu seçimde göçmenlerin bir numaralı mesele olmasından yararlandı.
Bu sarsıcı sonuç AfD’nin gelecekte Alman siyasetinin üçüncü büyük gücü olacağı anlamına mı geliyor? Orası şüpheli. İlk olarak anket sonuçlarına göre partinin seçmeninin yüzde 60’lık çoğunluğu ‘diğer tüm partilere karşı’ oy verirken yalnızca yüzde 34’ü AfD’den daha iyi bir seçenek göremediği için oy verdi.
Bu oran diğer partilerin seçmenleriyle büyük bir tezat oluşturuyor.
Ankete katılanların yüzde 70’inden fazlasının CSU’ya Bavyera dışında oy verilebilse bunun iyi olacağını söylemesine karşın -CSU Merkel’in CDU’sundan çok daha muhafazakar ve sağcı bir parti ancak yalnızca güney eyaletinde seçime giriyor- katılımcıların yüzde 86’sı partinin ‘aşırı sağ konumdan’ yeterince uzak duramadığını düşünüyor.
Kısacası AfD ile seçmeni arasındaki ilişki zayıf ve bu ilişki büyük oranda AfD’nin kendisine olan destekle değil, diğer partilere olan karşıtlık üzerinden belirleniyor. Kendi seçmeninin ötesinde parti üzerinde hala pek çok şüphe var. Almanların yalnızca yüzde 12’si partinin eş başkanı Alice Weidel’in siyasi çalışmalarından memnun olduğunu söylüyor.
Tüm parti liderleri arasında uzak ara en düşük olan bu yüzde, Sol Parti’nin (Die Linke) fazlasıyla eleştirilen asbaşkanı Sahra Wagenknecht’in aldığı yüzde 44’ün bile oldukça altında.
Üstelik seçimde çıkış yapmak ile devamlılığı sağlamak birbirinden farklı şeyler. Genel olarak birçok yeni parti, özel olarak da popülist sağ partiler mecliste büyük ve uyumlu bir grup oluşturmakta zorlanıyor. Bu şu anda eyalet meclisindeki Cumhuriyetçiler’de (Die Republikaner) ve 90’larda Alman Halk Birliği’nde (DVU) gördüğümüz gibi özellikle Almanya’daki popülist radikal sağ partilerde yaşanan bir durum.
AfD zaten bazı eyalet meclislerinde ‘ılımlılar’ ve ‘radikaller’ arasındaki sürtüşmelerle boğuştu. Bu sürtüşme birtakım ‘burjuva muhafazakarlarından’, çoğunluktaki popülist radikal sağcılara ve az sayıdaki radikalin içinde bulunduğu yaklaşık 90 kişilik meclis grubunda (AfD meclise 94 vekil soktu) daha kötü şekilde yaşanacak.
Almanya’daki seçim sonuçları, 2016 ve 2017’nin ilk yarısına hakim olan ancak kısmen Hollanda’daki ve özellikle Fransa’daki seçimlerle yumuşayan ‘popülizmin yükselişi’ne dönüşü ateşleyecek. Tüm seçimler gibi Almanya’daki seçimler de evvela ülke çapında gerçekleşen seçimler ancak bundan alınacak daha kapsamlı dersler de var.
İlk olarak popülist radikal sağ partiler ‘mülteci krizinin’ yarattığı histerinin yükselmesiyle 2016 yılında anketlerde zirve yaparken 2017 yılındaki seçimlerde de tarihlerindeki en iyi oranlara yakın, hatta daha iyi sonuçlar adlılar Hollanda’da Özgürlük Partisi (VVB), Fransa’da Ulusal Cephe (NF), şimdi de AfD için geçerli olan bu durum, önümüzdeki ay gerçekleşecek seçimlerde koalisyon hükümetine gireceği öngörülen Avusturya Özgürlük Partisi (FPO) ile de devam edecek.
İkincisi AfD, Finlandiya’daki Fin Partisi ve Britanya’daki Birleşik Krallık Bağımsızlık Partisi (UKIP) gibi bazı sağcı popülist partiler geçtiğimiz yıllarda radikalleştiler ve popülist radikal sağ partilere dönüştüler.
Bu durum her zaman iç çatışmalara, birçok ‘ılımlı’ kadronun partiden ayrılmasına ve kendi partilerini kurmasına yol açarken 90’lardaki NF ve 2000’lerin başındaki FPO örneklerinde görüldüğü gibi seçmenin büyük kısmı radikal partiyi desteklemeyi tercih etti.
Üçüncü ve son olarak popülist radikal sağ partiler Avrupa’da daha fazla oy ve milletvekili kazandıkça, ana akım sağ ve-özellikle-sol partiler yavaşça ancak süregelen bir şekilde oy ve milletvekili kaybına uğruyor. Bu ise parti düzenlerinin giderek daha fazla parçalandığını ve hakimiyetin büyük partilerdense kısmen de olsa bir veya tane iki orta büyüklükteki partiye geçtiğini gösteriyor.
Popülist radikal sağ partiler her ne kadar yapıcı olmaktan ziyade zorluk çıkarma eğiliminde olsalar da, ‘yalnızca’ yüzde 10 veya 15 oy almalarına karşın böylesine parçalanmış bir yapıda çok daha etkili hale gelebilirler.
Bu noktada yorumcular Alman siyasetinin ‘sismik bir şok’ yaşadığı görüşünü paylaşıyorlar. Bu yorum doğru ancak mevcut seçim sonuçlarının asıl gösterdiği şey AfD’ye taban kayması yaşandığından çok ana ana akım partilerin çözüldüğü.
Taban kayması için AfD’nin iç çatışmalar ile skandallardan uzak, sıkı ve uyumlu bir meclis grubu oluşturması gerekiyor. Alman tarihine ve Avrupa’daki geçmiş örneklere bakıldığında bu fazlasıyla uzak bir ihtimal gibi görünüyor.
Çeviri: Deniz Barslan