ZEYNEP GÜVEN ÜNLÜ
zeynep.guvenunlu@gmail.com
@zeynepguvenunlu
Elinize değil gözünüze yapışıyor Deli İbram Divanı. Bir sayfa, bir sayfa daha derken bitiveriyor. Sosyal medya paylaşımları, 20 yılda sekiz öykü kitabı yayınlayan Ahmet Büke’nin bu ilk romanını Yaşar Kemal’in eserleriyle karşılaştırıyor. Edebiyat severler bugünlerde bu kitabı konuşuyor.
Söylemesi ayıp, çocukluğumdan mahalle arkadaşımdır Ahmet. Ortaokulda Türkçe öğretmeni “Çocuğum sen ileride yazar olabilirsin” demiş. O öğretmen de annem İnsel Güven’miş. Ahmet’in bütün kitapları imzalı gelir bizim eve.
Uzun lafın kısası yazarlık hikayesini en başından itibaren izleme şansım oldu. Ama eski dostluğumuzu fırsat bilip gevşemedik. Zoom’u açtık, ciddiyetle söyleşimizi yaptık.
Geçtiğimiz 1,5 yılda sosyal medyada denizcilerle ve denizcilikle ilgili çok şey paylaştın. Anne babalara “Çocuklarınızı denizci yetiştirin” diye seslendin. Denizcilerin ne kadar neşeli ve becerikli olduğunu yazdın. Doğrusu daha neşeli bir roman bekliyordum. Deli İbram Divanı’nda deniz mavi bile değil, boz.
Bir balıkçı ailenin hayat kavgasını yazmak istedim. Hayat kavgaları da çok ‘neşeli’ olmuyor.
Kitabın yazılma hikayesi ilginç. Bir deniz hikayesi anlatmaya karar veriyorsun ama yazmaya başladığında deniz hakkında hiçbir şey bilmediğini fark ediyorsun.
Tam da öyle. Bir adada geçen bir balıkçı ailenin birkaç kuşaklık hikayesini anlatayım diye düşünmüştüm. Hatta roman yazma fikri de yoktu, öykü yazacaktım. Biz Gördesliyiz, yörüğüz. Kurdu kuşu, ağacı böceği biliyoruz ama deniz kültürümüz yok. Tabii ki deniz edebiyatından bir sürü şey okumuşuzdur ama yazmak başka. Öyküyü bıraktım, denizcilikle ilgili bir şeyler okumaya başladım. Deniz edebiyatı, denizcilik kültürü, denizcilik teorisi… Okuduklarım beni büyüledi, bambaşka bir dünya açıldı gözümün önünde. Müthiş bir akademik makale deryası var mesela. Sonra yavaş yavaş denizcilerle tanışmaya başladım. Onların teknelerine gittim deneme dalışları yaptım. Sınavlara girdim, amatör kaptan ehliyeti aldım. 1,5 yıl böyle geçti. Sonra, “Aaa ben bir şey yazıyordum” dedim, oturdum 1,5 ayda romanı bitirdim.
Bu arada denizcilik kültürüyle ilgili bir sürü bir birikimim oldu, o bilgileri de farklı yerlerde değerlendirdim. Mesela Türkçe yazılmış 1000 kitaplık bir denizcilik kaynakçası hazırladım, blog sayfamda paylaştım. Bir sürü denizcinin ve akademisyenin işine yaradı. Çocuklar için bir denizcilik sözlüğü hazırladım, ekonomi izin verirse basılacak. Böyle yan çıktıları oldu.
Kitabın kahramanı Osman’dan bahsedelim. Açlık derecesinde yoksul bir ailenin çocuğu, ailesinden ayrı büyüyor, ilerleyen yıllarda onları da kaybediyor. Ama bir yandan da çok güçlü. Kitap boyunca kendini hiç ezdirmedi, onu ezmeye çalışan herkese posta koydu. Sen ‘Osmanlar’ı böyle mi görmek istiyorsun?
Kitapta iki meta anlatı var. Biri eczacı Süleyman’ın düzeni, diğeri deli İbram’ın anlattığı hikaye. Roman bu iki ana anlatının kavgası. Onun içinde de önemli bir figür Osman tabii. Osman’ın tarafında da üç tane odak var. Balıkçı ve Demirci Asım bir ekol. Deli İbram ayrı bir ekol. Osman ayrı bir ekol. Aynı kulvarda gidiyorlar ama üç farklı siyasi ekolü temsil ediyorlar. Osman da bunların hem devamı hem de eleştirisi. Yani siyaset anlamında en modernleri. Benim yazmak istediğim buydu. Osman, olmasını istediğim bir siyasi mücadelenin, bir siyasi figürün simgeleşmiş hali.
Aslında yazarlar yazdıkları hakkında çok konuşmamalılar. Çünkü bu okumaları daraltıyor. Bu benim yorumum, her okur başka yorumlayacak bunu. Okuru da çok sınırlandırmamak lazım sanki. Bazen yazarın yorumunu alır okur, kendi okumasını da onun altında ezdirir. Bunu istemem.
Romanına sahne olarak neden bir balıkçı adasını seçtin? Üstelik de deniz ve balık hakkında hiçbir şey bilmiyorken.
Bu sorunun cevabı çok net değil. Mesela, neden romana döndünüz diye de soruyorlar. Ben öykücü de değilim romancı da değilim. Ben hikaye anlatıcısıyım. Babanemin, dedemin babamın sözlü olarak yaptığı şeyleri, daha modern olarak edebiyatla yapıyorum. Bugüne kadar okuduklarım düşündüklerim hayal ettiklerim bir adaya getirdi beni. Belki yıllar önce birisinden adada yaşayan bir adamın hikayesini duymuşumdur. Bir yerde okumuşumdur. Ama yazmaya başladıktan sonra bir sürü şey değişiyor tabii. Benim ‘Varamayan’ diye bir öyküm var. Bu öyküyü nasıl düşündün bunu diye soruyorlardı. Varamayan Ahmet babamın büyük dayılarından birisi, öyle biri var gerçekten, askerden dönememiş. Babam ben çocukken bunu anlatırdı. Bizim bir akrabamız askerden dönememiş, hep ineceği istasyonu kaçırıyormuş diye. Ben bunu 40 yıl sonra yazdım ama bambaşka bir şey yazdım. O Ahmetle alakası yok. O hikayenin tohumu o zaman atılmıştı. Bu romanın tohumu kim bilir ne zaman atıldı.
Konuşarak da güzel hikaye anlatıyor musun?
Yok konuşmakla pek aram yok. Bizimkiler iyi konuşurdu. Babanem dedem, özellikle babam çok iyi bir hikaye anlatıcısıydı. Benim ömrüm onları dinleyerek geçti. Ama zaten anlatıcı olmanın bir şartı da iyi dinleyici olmak. O dönemki performans oydu: dinlemek öğrenmek anlatmak. Ben yetiştiğimde anlatmama çok gerek kalmadı çünkü edebiyat diye bir şey keşfetmiştim. Orada yazarak çok güzel anlatılıyordu her şey. Ama taşrada babam gibi yaşamayı tercih etseydim, taşralı kalsaydım muhtemelen ben de babam gibi kahvede ya da dükkanda herkesin ağzına baktığı, güldüğü, güldürdüğü bir adam olurdum.
İzmir’in semtlerini kısacık ama çok güzel anlatmışsın kitapta. İzmir edebiyatta hak ettiği kadar anlatılıyor mu?
Hak ettiği kadar anlatılmıyor ama anlatılamaz da. Önce o şehirde yaşayanların kendi şehirlerinin kıymetini bilmesi lazım. İzmirliler’de böyle bir fikir yok. Belki de ihtiyaç duymuyorlar. İzmiri bilmek tanımak, İzmir kültürü… bunlara kafa yormuyorlar pek. Deryanın içinde olup deryayı bilmemek gibi biraz. Belki de bu daha güzel, bilemiyorum. Ama böyle olunca da İzmir’in sahip olduğu o kültürel birikim başkaları tarafından çok bilinmiyor. Onun dışında İzmir’i anlatmak, Ege’yi anlatmak meselesine gelince. Ben kendi köklerime fanatikçe bağlıyım. Bir yere ait olmayı çok severim. Gördes’i çok severim. Durmadan çocukluğumu anlatırım. Yaşadığım coğrafyayı, insanlarını anlatırım. Ama ben Ege’yi anlatmıyorum, Gördes’i de anlatmıyorum. Fonda Ege’nin olduğu daha evrensel hikayeler anlatıyorum. Memleketin temel dertleri, insanın temel dertleri.
Doğanın sesi çok güçlü çıkıyor romanında. Konu balıkçılık olduğu için mi?
Biraz temayla da ilgili evet. Doğayı en çok hissettiğimiz yerlerden biri deniz. Orada yalnız kalabiliyoruz aslında. Denizcilerin en büyük özelliklerinden biri, hem ekip çalışmasına yatkın olmaları hem de yalnızlıklarına çok düşkün olmaları. Tek başlarına kalmaktan korkmazlar. Orada doğayla bütünleşirler. Benim de benzer bir çocukluğum oldu. Mahalle çocuk doluydu deli gibi eğlenirdik. Ama ev ormanın dibinde olduğu için günün önemli bir kısmını tek başıma ormanda geçirirdim. Annem korkardı bu çocuğun başına bir iş gelecek diye. İlkokula başlamadan önce bu anlattıklarım. Sabah çıkardım, ormanda gezerdim, ormanın içindeki derelerde balık avlardım. Saatlerce ormanı dinlerdim, esen rüzgarı, yılanların sesini dinlerdim. Kuş yuvalarına tırmanırdım. Benim çocukluğumda hala tilkiler vardı. Tilki yuvalarının izlerini sürerdim. Bundan da büyük zevk alırdım. Ormanın ağaçlardan ibaret değil de canlı bir varlık olduğunu o zamandan hissetmiştim. Bizim gibi nefes aldığını, elinin kolunun gözlerinin olduğunu, ruhunun olduğunu o zaman görmüştüm. Denizle orman birbirine benzer aslında. İkisiyle de bütün olursun. İkisinin de riskleri vardır. İkisine de saygı duymak lazımdır. İkisinden de bir şey öğrenirsin. Hayatını güzelleştirir ya da dikkat etmezsen sonun olabilir.
Victor Hugo ‘Deniz İşçileri’ romanında “İnsanlar üçe ayrılır: Yaşayanlar, ölüler, denizciler” demiş. Nedir denizcileri bu kadar özel yapan?
Denizden bir takım kararlar alırsın, sonra da o kararların sonuçlarıyla yüzleşirsin. Denizciler aldıkları kararların sonuçlarıyla yüzleşebilen insanlar gerçekten. Verdikleri kararın sorumluluğunu almayı bilirler. Bunu deniz dışında da yapmaya başlar bir süre sonra. Herhangi bir şeyle karşılaştığı zaman kimseyi suçlamaz mesela. Verdiği kararların sonuçlarını kendi taşıyabilir. O yüzden çocukları erken yaşta denizcilikle tanıştırmanın böyle iyi bir tarafı var. Bunu çok erken yaşta öğrenebiliyor insanlar. Onun dışında çok becerikli insanlar. Denizde her işini kendin yapmak zorundasın. Hayatı kolaylaştırmayı, kısıtlı şartlarda yaşamayı becerebiliyorlar. Mesela yüzlerce denizci bağı vardır, her durum için ayrı bir bağ geliştirmişler.
Bir de tabii denizciler dünyaya çok açık insanlar. Demokrat, ilerlemeci, akıllılar. Özgürlükçü ve doğa severler. Özlediğimiz toplumdaki insan özellikleri bunlar.
Yazarken hiç zorlanmıyorum, zorlansam yazmazdım herhalde, diyorsun. Ama roman biraz mühendislik gerekiyor. Roman bu anlamda zorladı mı seni?
Öykünün de dinamiği var ama roman biraz daha farklı. Daha önceki hikayelerimi hep öykü formunda anlatmışım. Bir sürü öykü yazıp onları ince teğellerle birbirine bağlayıp buna roman demeye çalışabilirdim. Romanı yazarken, başıma dert alabilirim diye düşündüm. Ama 50 yaşındayım sonuçta, en kötü ne olabilir ki. Editör olmamış der, ben de bir kenara koyarım.
Bu bir riskti ama risk almayı seviyorum. Hiç denemediğim, hatta korktuğum şeyleri yapmak hoşuma gider. Mesela denizden de çok korkardım ben. Doğru düzgün yüzme bile bilmiyorum. Kafamı suya sokamayan biriyken tüple dalış yaptım. Gerçi çok hoşlanmadım denizin altından, biraz düşmanca buldum ortamı. Yukarısı daha iyi dedim. Ama denedim sonuçta.
Deniz altının nesini düşmanca buldun?
Nefes almak için bir araca bağımlı olmak hiç hoşuma gitmedi. Tabii aşağısı muhteşem, o ayrı.
Kısa bir Saruhan hatun efsanesi anlatıyorsun romanda. Yörük efsanesi mi bu?
Hepsi kurmaca. Ama kadın efelik, kadın eşkıyalık çok anlatılır Türk mitolojisinde. Türk destanları çok okumuştum. Bizim ilk edebi metinlerimiz hala çok ilgimi çeker. Hem Türkçe ve anlatım çok güçlüdür hem de çok güzel hikayeler vardır. Göktürk yazıtları, eski destanlar durup durup okuduğum metinler. Mesela Köroğlu’nun ilk anlatıldığı, ilk arkaik Köroğlu, Goroğlu diye geçer. Gor eski Türkçe’de mezar demek. O hikaye şöyledir. Köroğlu’nun annesi Köroğlu’na hamileyken bir bey tarafından öldürülür ve gömülür. Köroğlu annesinin karnında mezarda doğar, toprağı açar mezardan çıkar. Orada yoldan geçenler çocuğu alıp büyütürler. O da annesinin intikamını alır, halkını kurtarır. Bir ölümden yaşam doğar. Ölü bir annenin karnından çıkmak yaşam döngüsünü anlatan çok güzel bir hikaye. Sonra Köroğlu demişiz başka bir sürü versiyonları çıkmış. Ama ölümün bir son olmadığını ölümün yaşama ebelik yaptığını bu hikayede görüyoruz. Aslında bizim Türk kültürü maceramızda da bu var. Tekrar tekrar küllerinden dirilmek vardır. En zor durumda tekrar ayağa kalkmak vardır. Kurtuluş savaşı da bunun en somut örneklerinden biridir bana göre. Orada da bir Goroğlu çıkıp halkını bir felaketten kurtarmış. Bu bizim kültürel döngümüz.
Kitabın başındaki epigraf da Köroğlu’ndan: “Dirilirler dirilirler gelirler / Huzuru mahşerde divan dururlar.” Kitapta da Deli İbram kuruyor divanı. Romana adını veren kahraman.
Deli İbram yine benim çocukluğumla ilgili. Gördes delileriyle meşhur bir yer. Deli İbram benim çocukluğumdaki delilerin karması. Kitabı ithaf ettiğim Rehber de Gördes’in delilerinden. Hatta deliye ‘normal’ derler. Mesela Hatice teyzenin oğlu biraz ‘normal’miş dendiğinde sen anla ki o çocuk biraz deli. Evet, romanda Deli İbram’ın kurduğu bir divan var. Ama hesabı nerede nasıl soruyor, burayı okurlara bırakmak en iyisi.
Senin kahramanların yaşama gücünü ya da isteğini mücadeleden alan insanlar, mücadelenin getirdiği öfkeden besleniyorlar.
Bunu söyleyince yakınlarım biraz şaşırıyor ama ben aslında iyimser biriyim. Annemin iki lafından biridir, “Kara gün kararıp durmaz”. Babaannemden, “Aç mezarı yok, genç mezarı var, üzülmeyin” derdi. Bunlar beni iyimserliğe daha yakın bir noktaya getirdi. Peter Ustinov’un çok sevdiğim bir lafı vardır, “Karamsarlık romantik bir tutkudur; iyimserlik ise bir görevdir” diye. En altta bu iyimserlik vardır aslında. Ama oraya ulaşmak için mücadele etmek gerekiyor. Zorluklardan yılmayan, mücadeleden zevk alan insanların yaptığı siyaset biçimi sonuç alıcıdır. Tarihi aslında galipler yazar. Burada iki yol var, ya karamsarlık ve hüzün içinde tarihe bakmak yani kaybedenler kulübü tarafında olmak. Ya da her şeye rağmen mücadele etmek ve bunu bir yaşam biçimi haline getirmek. Böyle yaparsanız sonuç alabilirsiniz ve hikayeniz tarihsel bir gerçekliğe dönüşebilir. Yani böyle bir imkan var. Anlattığım kahramanların büyük kısmı, çok zor hayatları olsa da o noktaya gitmeye çabalarlar. O mücadelenin içinde olurlar. Çünkü aslında iyimserdirler.