SAİME TUĞRUL*
Kuşkusuz son günleri en meşgul eden tartışma -döviz-enflasyon tartışmalarının yanı sıra- ana muhalefet partisi başkanı Kılıçdaroğlu’nun ‘helalleşme‘ gezisine çıkacağı konusu oldu. Helalleşme, hepimizin anladığı biçimde dinsel içerikli bir kavramdır ve arkasında sıkça değinildiği gibi, asıl muhafazakar kesime yönelik bir eylem olacağı intibasını bırakmaktadır. Ancak bu kavram Kılıçdaroğlu’nun da eklediği gibi, yüzleşmeyi de kapsar ve geçmişin suçları ile hesaplaşmayı ön plana çıkarır.
Bu açıklamaların hemen ardından, hesaplaşmanın nasıl bir hesaplaşma olacağı sorusu gelir. Yüzleşmek, bizzat fail olduğumuz ve başkalarına karşı suç işlemiş olduğumuzu kabul etmenin ilk adımıdır. Okuduklarımız kadarıyla, CHP içinde de bu konuda tam bir uzlaşma söz konusu değildir. Parti içinde birçok kişi kendilerinin ve partinin özür dilemeleri gerekmediğini belirtmekte ısrarcıdırlar, çünkü geçmişlerinde suç kabul edilebilecek hiçbir olay yoktur!
Sadece parti içinde değil, kendisini Türkiye’nin ‘temiz geçmişi‘ne inandırmış, ‘Türklerin fail değil hep mağdur’ olduğu söylemleriyle yetişmiş milyonlarca vatandaş yüzleşme, özür dileme gibi kavram ve eylemlere uzaktırlar. Bu sıklıkla gördüğümüz genel tavır ise vurdumduymazlıktan değil, kimlik algılamasından kaynaklanır, çünkü, geçmişin algılanmasının büyük ölçüde kimlik özdeşleşmesi ile çok güçlü ilişkisi vardır.
Özneler ne kadar kendi grupları ile özdeşleşirlerse, o denli başka gruplara negatif nitelikleri, onlara ait bir karakter özelliği olarak atfetmeye eğilimlidirler ve tarihsel koşulları dikkate almazlar. Bu bağlamda, başka bir gruba bir suçun sorumluluğunu yüklemek, kimlik özdeşleşmesinin derecesine göre değişir.
Buna karşın kolektif üyeleri, kendi grup üyelerinin gerçekleştirdiği olumsuz eylemler söz konusu olduğunda sadakat gereği farklı bir tutum sergilerler. Bu tür eylemler ya koşullara bağlanır ve ya da tamamen dış etkenlere atfedilir. Bireylerin gruba aitlikleri, ne kadar güçlüyse o kadar kolektif olumsuz eylemlere ilişkin sorumluluk yok edilmeye, silinmeye çalışılır. Başkalarını eleştirerek kendini temize çıkartmaya çalışmak, politik arenadaki en yaygın tavırdır.
Maalesef, Türkiye gibi, devlet ile özdeşleşmiş bir ‘kimlik kapanması’nın olduğu toplumlarda egemene, yani devlete tabi özneler, geçmişlerine, sadece resmi tarihin ve otoritenin söylemleri açısından bakarlar, eleştirel ve bağımsız bir yaklaşım geliştiremezler, daha doğrusu tercih etmezler. Çünkü, kimliğin ‘hassas, kırılgan’ niteliği ile yaralı bir bellek oluşmuştur ve bu kolektif bellek her türlü eleştiriye kapanmıştır. Özne, ait olduğu topluma yönelik eleştiriyi bizzat kendisine yapılmış olarak algılar ve benliği yaralanır. Kendini madun olarak gören ve sürekli sorumluluğu başkalarına yükleyen tabi-özne babanın ve sembolik babaların otoritesinden kurtulamaz.
Geçmişin suçlarını inkar edenler, bir anlamda gerçekleri ters yüz ederek şüphe oluştururlar ve olayları farklı ve basitleştirilmiş şekilde yeniden yazarlar. Özellikle yeni kuşaklara, yeniden yorumlayarak tarihi gerçekleri farklı sunmak her zaman mümkündür; çünkü geçmiş ne denli ağır suçlar ve suçluluk ile doluysa, o denli inkar yolu ile geçmişin üstünü kapatmak tercih edilir. İnkar, karşı tarafın sessizliği sona erdiğinde ve geçmişi ortaya çıkarmaya çalıştığında genellikle daha da artar.
‘Sadakatsizlik‘ ve ‘dış mihrakların oyunu‘ gibi kalıplar, bir ülkede ötekileri suçlamak için, hem medyada hem genel toplum düzeyinde kullanılan en yaygın söylemdir. Sadakatsizlik her durumda namus, şeref nosyonlarına gönderme yapar. Erkekliğin-virilite’nin en önemli kurucu kavramlarından biridir. Yani, temel bir erkeklik söylemi elemanıdır. Dış mihraklar ise sorumluluğu dışarı atmanın, masumiyeti içerde tutmanın koşuludur. Komplo teorileri ile bezenen ‘bizi zayıflatmak isteyen dış mihrakların oyunu‘ söylemleri, içerdeki bizlerin masumiyetini, saflığını ve oyuna getirildiklerinin kanıtı olarak ortaya konur. Hatta siyasiler bile ‘kendilerinin de oyuna getirildiklerini‘ itiraf etmekten çekinmezler, mağduriyete ve haksızlığa uğradıklarını tekrarlarlar. Ancak bu tavır bir yandan da büyümemiş, yetişkin olamamış ve sorumlu bireyler statüsüne kavuşamamış acizliğin göstergesidir. Kendini sürekli mağdur olarak tanımlamak, suçluluk ile baş edememenin bir sonucu ve sorumluluktan kaçmanın bir yoludur.
Türkiye’de azınlıklar ve dışladıklarımız ise sürekli bu suçlamaların tehdidi altında yaşarlar. Suçlamalar olmadığı durumlarda bile onların uğradığı haksızlıkların, bazı imtiyazlılara -yani Türklere- yapılanlardan daha fazla olmadığı hatırlatılır.
Ötekiler-dışarıdakiler ile içerdeki Türkler arasına kötüler ve iyiler sınırı getirilir. Böylece bazı hakikatlerin reddi kolaylaştığı gibi, aynı zamanda içerdeki kolektif arasında bir üstünlük algısı oluşmasını da sağlar. Türklerin sıklıkla kullandıkları, ‘Uygarlıkların beşiği‘, ‘Medeniyetlerin buluştuğu yer‘, ‘700 yıllık hoşgörü‘, ‘birlikte yaşama kültürünün zenginliği‘, ‘farklı dinlerin bir arada yaşadığı topraklar‘, ‘Hepimizin kardeş olduğu‘ klişeleri ile Türklerin üstünlüğü ve temiz geçmişi sürekli hatırlatılır.
Siyasal ve kültürel ortam, komplo-ihanet suçlamaları ve teorileri altında kısırlaştırılıp, kolektif akıl, kolektif ezberin yarattığı gürültüde boğulur.
Oysa geçmişinin karanlık tarafları ile yüzleşemeyen hiçbir toplum için, geçmiş geçmek bilmeyecektir. Sürekli aynı inkar mantığını devam ettirmek ve kendini haklı göstermek için suçlamaları sürdürmeye ve içindeki ötekilere aynı haksızlıkları üretmeye devam edecektir. Oysa, ‘biz‘ olmak aynı zamanda başkalarıyla birlikte olmayı ve farklılıkları içinde taşıyabilmektir. Başka bir deyişle, başkasını anlayabilmek için, kendini tam anlamıyla benimsememek gereklidir. Öteki ile empati uzak şeylerin yakınlaşıp özümsenmesini ve ötekinin duygularını kavramayı sağlar.
Aidiyetlik kimlikleri silinse bile, kolektif belleğin geçmişi ile hesaplaşması olmaksızın, farklılığın tanınması, ötekilerin farklılıkları ile birlikte yaşamak mümkün değildir. Bu nedenlerden ötürü yas çalışması, bir toplumun öncelikle geçmişte kaybedilenler, yıkımlar ve bunların etrafında oluşan suçlar ile yüzleşmesi gerekir, hatta bu kaçınılmaz bir süreçtir ve geçmişin mağdurlarına karşı bir borçtur, bellek ödevidir. Mağdurlardan af dilemek, tam olmasa da biraz adalet duygusu verebilmeyi olası kılar, geçmişin yaralarına bir parça merhem olur. Geçmişin acıları ve travmaları ancak bu yolla onarılabilir.
Kılıçdaroğlu’nun ‘helalleşme‘ yolculuğunun bu bağlamda bir yas çalışması sürecini başlatabilmesi umuduyla…..
* Saime Tuğrul; Doçent Dr., Işık Üniversitesi yarı zamanlı öğretim üyesi.