Gelmiş geçmiş en iyi günlerde gibiyiz, çünkü uzun iktidarında gittikçe otoriterleşen bir parti nihayet seri seçim başarılarının ardından son seçimde sandıktan birinci parti olarak çıkmadı ve lideri de en beğenilen lider yoklamalarında biraz gerilerde duruyor. Gelmiş geçmiş en kötü günlerde gibiyiz çünkü, geçim sıkıntısı, sokaktaki şiddet, yolsuzluk, yoksulluk, çeteleşme, toplumsal çürüme, değerlerin yitimi, hayvana zulüm, kadına ölüm, çocuğa istismar her zamankinden fazla. Bilgelik çağındayız, çünkü iktidar koalisyonunu oluşturan parti mensupları içinde dahi rejimi çeşitli konularda ikaz etme noktasına gelecek kadar zihni küşayişe ermiş olanlar var. Bu ülkede laik cumhuriyet için ölmeye hazır olduklarını haykırabilen genç teğmenler yetişebildiği ve ama bu haykırış derhal “darbe özentisi” olarak değerlendirilebildiği için hem aydınlık hem karanlık bir mevsimdeyiz.
Bu da yaşadığımız günleri gergin ve belirsiz kılıyor. Dediğimiz gibi, bir şeyin bittiğinin tüm işaretleri var; seçmen desteğindeki oynaklığa bakılırsa AKP uzun iktidarının sonuna gelmiş olabilir, yönetme kabiliyetini kaybetmiş olabilir; artık belini doğrultamayabilir… Ama başka bir şeyin başlayacağının da işareti yok. Bu gergin ve çelişik durumun yarattığı şizofrenik bir hâl var üzerimizde; arzu ettiğimiz bir ülke, bir toplum var ama ona erişmek için içinde bulunduğumuz gerçekliği anormal bir şekilde yorumlayıp yorumlamadığımızdan emin değiliz. Ruhbilimde kökleri Freud ve Lacan’a dayanan bir “kayıp nesne” teması vardır. Kayıp nesne, öznenin varlığında bir eksikliği ifade eder; arzulama, arayış, bulamayışla ilgilidir bu “nesne”. Kendini gerçekleştirememiş toplumların ya da genellikle “gelişmekte olan” ya da “az gelişmiş” gibi tanımlanan ülkelerin de bir “hayalî kapasitesi” olduğunu, bu “kayıp nesne” yüzünden bunalımlar, buhranlar yaşadığını söyleyebiliriz.
Psikanaliz, bunalım yaşayan özneye yine öznenin kendisinin yardım etmesini sağlar ve bunu “sen busun” diyerek, özneye kendi gerçeğini kendi gözüyle gördürterek yapar. Bu gerçeği değiştirmek için de özneyi gerçeğin inşasının başladığı yere, Lacan’ın deyimiyle “insanın kendisine başladığı an”a ulaştırmayı amaçlar. Toplumlar da kendi gerçekliklerinin başladığı yere, kendilerine başladıkları ana gitmeli belki de. “Hayalî kapasitemiz”i gerçekleştirebilmek için kendimize yapacağımız yardıma en temelde orada ihtiyaç var. Türkiye toplumunun kendine başladığı an Cumhuriyet devrimine, hatta daha da geriye, 1908’e, 1876’ya kadar götürülebilir ama mütevazı ve iş görür nokta olarak 3 Kasım 2002 tarihini kabul edebiliriz.