
Abbas Bozkurt
abbasbozkurt@gmail.com
@abbasabbatis
‘Game of Thrones’ bu denli gösterişli bir epik fanteziden, 10 yıl önce kimsenin televizyona uyarlanmasını hayal bile edemeyeceği bir projeden beklenmeyecek şekilde bitti. Dünyanın pek çok yerinden milyonlarca hayranın hayalkırıklığına uğramış, hatta aldatılmış hissetmesinde aslan payı David Benioff ve Daniel Weiss’ın elbette.
Sıkça telaffuz edildiği üzere, her bir sahnesi muazzam bir tasvir gücü ve psikolojik derinlikle yazılmış kitaplar bittikten sonra dizi başka bir şeye dönüştü. Dizinin yaratıcısı, vaktiyle kitapların uyarlanması için George R.R. Martin’i güçlükle ikna eden bu iki adam, olay örgüsünün nereye varacağını bilse de Martin gibi güçlü bir hikaye anlatıcısı olmadıkları açık. İyi hikaye anlatıcılığı olay örgüsünün sürprizlerinden ya da vardığı noktadan değil, bizzat karakterlerin tırmanışını ve inişini tüm çetrefilliğiyle betimlemekten geçiyor.
Ancak dizinin bittiği noktanın yarattığı hüsran hissinde, Martin’in de bir nebze payı olabilir. Zira Martin, serinin en başından bu yana, böylesine destansı bir hikayenin sapmayacağı rotalara girmeye meyilliydi. Onun bu yoldan sapmaları, ana karakterlerin hiç beklenmedik anlarda ölmesinde olduğu gibi bazı durumlarda seyirciyi diziye hayran bırakabildiği gibi, bazen de böylesine geniş kitleye hitap eden bir dizi için beklentilerin dışında kalabiliyor.
Hikayenin başladığı ve vardığı noktayı düşündüğümüzde pek çok izleyicinin Martin’den yanlış beklentilere girdiğini iddia edebiliriz. Zira dizinin finali, belli bir açıdan baktığımızda, tam da Martin’in epik fantezi türünü esnetmeye, onun katı kuralları içinde küçüklü büyüklü muziplikler bulmaya dayalı yazım pratiğinin bir yansıması.

Öncelikle şunu söylemek gerek, ‘Game of Thrones’ temelinde, Anglosakson dünyasında ‘high fantasy’ olarak adlandırılan, bizde genelde epik fantezi olarak geçen alt türün tastamam bir örneği. Farklı bir zaman-mekanda, kendi içinde tutarlı bir diyar yaratmak, bu diyarın tarihini, haritasını kurgulamak, farklı ırklar tasvir etmek ve onlara farklı diller bahşetmek… Bir nevi tanrıcılık bu edebi türün yazarlarının oynadığı. ‘Yüzüklerin Efendisi’nden ‘Yerdeniz Büyücüsü’ne, ‘Ejderha Mızrağı’ serisinden ‘Elric Destanı’na sayısız örneği olan, mitlerden ve Ortaçağ geleneklerinden beslenen, buna sıklıkla büyüleri, ejderhaları ekleyen, milyonlarca okura sahip, çok fazla yerleşik kalıba sahip bir edebi alt tür bu…
‘Game of Thrones’un son sezonu bize gösterdi ki fantastik romanların pek çoğunda olduğu gibi aslında bir büyüme hikayesi izledik. İlk bölümde Stark ailesinin çocuklarıyla başlayan dizi, son bölümde, onlardan hayatta kalanların vardıkları noktayla bitiyor. Bran, Arya, Sansa ve her şeye karşın bu aileye sadık kalan Jon Snow… Onlarca karakterin hikaye izleğini takip ettirerek sıradışı bir işe imza atan George R.R. Martin, nihayetinde hikayeyi Stark çocuklarının büyümesi, babalarının ölümünün ardından kendi ayakları üzerinde durması üzerine kuruyor tüm seriyi.

Benzer epik hikayelerin, ‘Yüzüklerin Efendisi’ gibi popüler kültüre mal olmuş popüler yapıtların aksine, Martin’in kurduğu dünya masalsı ve çocuksu değil. Alabildiğine kasvetli, karanlık, diyalogları ve karakterleriyle bazen nihilizmin doruklarına varan bir metin bu. Fantastik bir dünyanın ekranda sahici hissettirmesi, ejderhalara, büyücülere, şekil değiştiren varlıklara karşın dizinin güçlü bir sinemasal hakikat hissi vermesinde bu karanlık tasvirin gücü yatıyor büyük oranda.
Martin, muhteşem ayrıntılarla bezediği karakterleri aracılığıyla, aslında en başından itibaren, dünyamızın, insanlığın tarih boyunca çizdiği çemberler üzerine bir şeyler söylüyor. Binlerce yıldır insanları harekete geçiren iktidar oyununun özünü anlamaya çalışıyor. Neden gücün peşinde koşanların aynı çarkın içinde sıkıştığını, neden kimsenin bu çarkı kıramadığını sorguluyor. Neden tarihin hep belli bir şekilde, belli kişiler üzerinden yazıldığını soruyor Martin (Final bölümünde, izlediğimiz olayların Westeros’un tarih yazımına aktarılırken cüce Tyrion’ın dışarıda bırakıldığını öğrenmemiz manidar). Dizi, tarih yazımı, hikaye anlatıcılığı ve güç istencini bir arada okuyarak, Westeros tarihinden yola çıkıp insanlık tarihine varıyor aslında. Diyaloglarının, sahnelerinin en güçlü olduğu zamanlar gücünü böyle bir koşutluktan alıyor.
Kaosun kudreti
Epik fantezilerin pek çoğunun aksine, görkemli savaşlardan, kahramanlıklardan yana merakı çok fazla değil ‘Game of Thrones’un, özellikle de devasa savaşları kısa kesip güç ilişkilerine zaman ayıran ilk sezonlarda bu böyle. Martin’in asıl ilgilendiği şey siyasi entrikalar, iktidarın tam göbeğinde olmayıp da iktidar oyunlarını şekillendiren karakterler.
Bu bağlamda en önemli karakterlerden ikisi Lord Baelish ve Lord Varys diyebiliriz. Dizinin benim için en unutulmaz sahnelerinden birinde, 3’üncü sezon 6’ıncı bölümde, ikisi arasında geçen diyalog dizinin iktidara ve tarihe bakışının yansıması gibi. Varys, her zaman için ‘realm’e yani krallık kurumuna sadık olduğunu söyler. Bunun üzerine Lord Baelish, nam-ı diğer Little Finger, krallık dedikleri şeyin yıllarca tekrarlaya tekrarlaya yalan olduğunu unuttuğumuz bir hikayeden ibaret olduğunu söyler. Varys şöyle karşılık verir: “Yalana inanmayı bırakırsak elimizde ne kalır: Kaos, herkesi yutan bir çukur.”

Oysa Baelish kaosu dipsiz bir çukur, sonsuz bir boşluk olarak değil, güce tırmanmak için aracı olan bir merdiven olarak görür. “Herkes bir şeye inanmayı seçer” der Baelish: Bazıları tanrılara, bazıları aşka, bazıları krallığa… Hepsi birer illüzyondur. Aslolan tek şey kaosun kendisi ve güç istenciyle onun basamaklarını tırmanmaktır ona göre. “Bazıları kaosun merdivenlerini tırmanmayı reddeder” der Baelish. Tüm kitapların ve dizinin anlattığı şey işte bu kaosla ilgilidir aslında. Kaosun merdivenlerini tırmanmak ve tüm hayatını güç istencine adamak ya da bu merdiveni tümden reddetmek… Bu ikisi arasındaki ayrımın hiç de berrak olmadığı…
Dizinin en güçlü yanı olan saray entrikaları, güç oyunları ve iktidarın farklı figürlerinin karşılaştıklarında girdiği diyaloglar, Martin diziden elini ayağını çektiğinden beri iyice azalmıştı. Kitabın temel direklerinden Lord Baelish biraz fazlaca kolay ölüp sahneden çekilince, dizide bir şeylerin yolunda gitmediğini de anlamamız gerekiyordu. Aynı şekilde fısıltıların efendisi Varys de o eski entrikacı, girift şahsiyetini kaybedecek, iktidarın çürüttüğü tiranlara karşı halkı korumayı kendine görev bilmiş tek boyutlu bir karakter olacaktı. Kim bilir, karakter gelişimlerini Martin kuruyor olsaydı belki de onların ölümleri çok daha inandırıcı bir yol izleyecekti.
Yazının başlarında, 8’inci sezonun yarattığı hayal kırıklığında, Martin’in bu seride yaratmaya çalıştığı şeyi yanlış anlamış olmanın da ektisi olabileceğini, yalnızca dizinin yaratıcılarının suçu olmadığını iddia etmiştim. Martin’in dizinin en başından beri hissettirdiği şey, iktidara sahip olmak isteyenlere karşı mesafesiydi bana sorarsanız. Gece Bekçileri’ne, Kuzeylilere, en çok da Duvar’ın öte tarafında yaşayan Özgür Halk’a yoğun bir şefkat beslediğini seziyorduk satır aralarında. Onun kalbi hep o özgür vahşilerleydi. Westeros denen bu diyarda özgürlüğe benzer bir şey varsa, bunun en çok özgür halkın, tüm alem tarafından öteki olarak kodlanan ‘yabaniler’in yanında deneyimlenebileceğini hissettiriyordu Martin.

Böyle bakınca finalde milyonlarca insana saçmalık duygusu veren seçimler daha iyi anlam kazanabilir. Örneğin Jon Snow bir yandan klasik epik fantezi kahramanları gibi onuruyla yaşayan bir karakter. Pek çokları onun her ne kadar iktidarda gözü olmasa da gönülsüz kral olarak tahta çıkacağını düşünüyordu. Oysa Martin, Jon’un en başından beri Westeros’ta kendini en mutlu hissettiği yerde, Ygritte ile tanıştığı yabanıl Kuzey diyarlarında noktalandırdı onun öyküsünü.
Milyonlarca izleyici, bu kadar iddialı bir anlatıya böylesi bir sonu yakıştıramadı. Ancak Jon’un Gece Nöbeti’nin kapısından kuzeyin boşluğuna doğru yürüyüşü, tam da Martin’in asıl kahramanına yaraşır bir hareketti, iktidarın ateşinden kaçıp soğuğun ve bilinmezliğin özgürlüğüne sığınmak, asıl kahramanca eylem olarak güçten kaçınmak…
Kitap serisinin başlığı ‘Buz ve Ateş’in Şarkısı’ pek çok çağrışımla birlikte böylesi bir ikiliğe işaret ediyordu belki de. Asıl ateş ve buz karşıtlığı Daenerys’in ejderhasının iktidar ateşi ve Jon’un buzların içinde bulduğu özgürlükle ilgiliydi belki de. Aynı soydan gelen, kan bağına sahip, taht için aday görülen iki karakterin zıtlığı…
Vakanüvis kral
Martin’in dizinin finalinde yaptığı en önemli numaralardan biri de sekiz sezon boyunca kimin çıkacağı merak edilen tahta, kimsenin beklemediği bir karakteri, artık tam olarak bir insan bile sayılamayacak olan Bran’i yerleştirmesiydi. Aslında ilk bölümdeki o meşhur kuleden düşme sahnesiyle dizi boyunca gelişecek olan olayların katalizörü olan Bran, her daim ana rollerden birine sahipti. Hodor’un bütün hayatını onun yola devam etmesi için feda etmesi, hikaye boyunca pek çok kişinin onun görevini tamamlamak için benzer bir fedada bulunması… İşin buraya geleceğine dair çokça ima olsa da pek azımız Bran’in tahta çıkacağını tahmin ediyordu.
Dizinin son bölümlerinde pek çok kez Bran’in Westeros’un hafızası olduğu vurgulandı. Gece Kralı bizzat onu öldürmeye geliyordu çünkü insanlığın hafızasını silmek istiyordu. O, geçmiş, şimdi ve geleceğe dair görülere sahip Üç Gözlü Kuzgun’du çoktandır, Bran’in bedenine yerleşmiş bir gözlemciydi. Westeros tarihinin ayaklı tarihiydi bir bakıma. Martin, vakanüvisi tahta geçirerek tarih boyunca çok az rastladığımız bir şeyi yapmış oldu. Filozof kral tartışmalarına Platon’dan alışığız ama tarihin gözlemcisi olan vakanüvis kral olur muydu hiç? Hakikaten de hepimizi gafil avlamıştı Martin, tam da ona göre bir hamle.

Bran’i Westeros tarihinin gözlemcisi ve olayların akışının hem izleyen hem de belli müdahalelerle değiştiren bir figür olarak görürsek Demir Taht’a oturmasının meta bir anlatı hamlesini olduğunu da söyleyebiliriz. Bran, bir bakıma, Westeros’un yaratıcısı George R.R. Martin’in bir izdüşümü olarak başa geçiyor. Son bölümde, Tyrion’ın hikaye anlatıcılarına yaptığı övgüler ve hikayelerin insanlık denen şeyin asıl kurucusu olduğuna yapılan vurgular da bu fikri destekler nitelikte.
Elbette, ‘Game of Thrones’un sonu da dizinin tümünde olduğu gibi çok fazla türde okumaya açık. Her karakterin yapmak zorunda olduğunu yaptığını söylediği ve kaderinden kaçamadığı bu olay örgüsü klasik trajedileri de akla getiriyor. Martin, tüm bu okumalara açık kapı bırakıyor. Bir trajedi gibi kurguladığı öykünün finalinde, belki de kendini, yani hikaye evreninin tanrısını temsil eden bir karaktere iktidarı veriyor.
Böylesi bir final, destansı savaşların, kahramanlıkların, trajik ölçekteki vakaların olup bittiği bir dünyada yadırgatıcı gelebilir. Ancak George R.R. Martin tam da bu yüzden özgün bir yazar. Kendi metninin epik dokusunu da yine en iyi o bozabilir!
Dizinin sonunda ejderhayı bulmak için bir tür transa geçen Bran, ejderhanın simgelediği kaos ateşinin, yani iktidarın peşinden gidecek mi peki? Bu soru havada asılı kalacak. Hikaye anlatıcısı ya da vakanüvis de iktidarın yol açtığı çürümeden muaf değil muhtemelen!