ERAY ÖZER
erayozer@gmail.com
@ErayOzer
Fanatik isminde komik ve tatlı bir tiyatro oyunundan çıkıp önce üniversite yıllarını, ardından Nuri Bilge sinemasını ve son olarak Hannah Arendt’in Kötülüğün Sıradanlığı kavramını aklından geçirmek çok sağlıklı bir zihnin işi değil, farkındayım. Ama ne yaparsınız, malzeme de bu…
Vaktiyle üniversitede bir hocam “Ben artık, gece yatıya kaldığı evde karnı acıkınca buzdolabını kurcalayan misafirin yüz ifadesini anlatan filmler izlemek istiyorum” demişti. O dönem tam olarak ne kast ettiğini anlamamıştık. Zaman geçip, sinemaya tiyatroya biraz daha merak salınca fark ettik ki, gerçekten de asıl hikaye ‘orada‘.
İnsanlığın evrensel hallerini, dertlerini anlatmak için bir zamanların o ‘büyük hikayelerine‘ ihtiyaç yok. Aksine meseleyi bireye kadar küçültmeyi başarabildiğimizde, kadrajı olabildiğince daralttığımızda hikayenin özüne, damıtılmış saf haline dair söz söylüyor olma ihtimalimiz güçleniyor.
Nuri Bilge Ceylan sinemasını bu kadar güçlü ve evrensel kılan da buydu. O ve Zeki Demirkubuz, 90’ların sonlarına doğru ahlakın ve vicdanın, kötülüğün ve iyiliğin peşine düştüklerinde tüm bunların ‘sıradan‘dan yansıyacağının sırrına varmış gibilerdi. Ve tabii sinema düşkünleri olarak bizler de onların peşine takılıp, görsel sanatlarda bunun önemine dair bir fikir sahibi olabildik.
Aşırı kötü ama aslında herkes gibi… Korkunç!
Hannah Arendt’in insanın ‘nasıl bu kadar kötü olabileceği‘ sorusunun peşinde ‘kötülüğün sıradanlığına‘ varması da benzer bir yolculuk olsa gerek. Yahudi toplama kamplarından sorumlu Nazi subayı Adolf Eichmann’ın davasını izlemeye başlayan Arendt, tüm o şeytani aklın arkasında umduğundan daha boş, çelişkili, yer yer aptal bir grup insanın olduğunu fark etmişti.
Oysa Arendt bu yolculuğa büyük bir planın devreye girmesiyle ortaya çıkan ‘radikal kötülüğü‘ aramak için çıkmıştı. Karşısında bulduğu şey Arendt’i önce şaşırtmış, lakin söz konusu ‘sıradanlık‘ diğer seçenekten çok daha vahim bir şeye işaret ettiği için korkutmuştu: Tahayyül sınırlarını zorlayan bir kötülük ne yazık ki tam da sıradan bir aklın eseriydi.
Güldürürken düşündüren… Şaka şaka…
Geçen hafta bir tiyatro oyunu izledim: İsmi Fanatik. Oyun, dedesinin hayatını kaybetmeden önce torunu Atlas’ı Galatasaraylı yapması ve bunun başta fanatik Fenerbahçeli baba Tanju olmak üzere tüm aile üzerindeki etkilerini anlatıyor.
Tabii, neredeyse tamamında çok güldüğümüz bir oyundan çıkıp, orada anlatılan hikayenin aslında ne kadar evrensel bir hikaye olduğunu düşünmekle başlayıp, sonunda kendini Hannah Arendt’in ‘Kötülüğün Sıradanlığı‘ kitabına göz atarken bulmak sağlıklı bir aklın işi değil, farkındayım. Mukadderat!
Lakin mesela, gerçekten çok eğlenceli bu oyunun Nuri Bilge’nin Kış Uykusu’yla bir yerlerden ‘akraba‘ olduğu hissinden de kendimi alamıyorum. Tanju’nun çocuğu daha ‘modern‘ yetiştirmek isteyen karısı Eda’yla çatışması esnasında annesiyle kurduğu kaypak ittifak; aynı ittifakın Tanju’nun çocuğunu Galatasaraylılıktan vazgeçirmek istemesi üzerinde Eda ile kayınvalidesi arasına kayması ve sonlara doğru karı-kocanın anne karşısında tek vücut olması insanlığın evrensel hallerine dair o kadar çok şey anlatıyor ki…
Size aynısı olmaz, merak etmeyin
Daha fazla detay vermeyelim. Fanatik’i Michael Önder kaleme almış. Çağrı Şensoy yönetiyor. Neslihan Arslan, Salih Bademci ve Nurhan Özenen sahnede tatlı tatlı karakterlere hayat veriyorlar. Özellikle Nurhan Özenen anne rolünde çok başarılı.
Oyun 24 Ocak’ta ilk kez sahnelendi ve sanırım yaza kadar da sahnelenmeye devam edecek. 26 Şubat’ta Duru Tiyatro’da olacaklar, 6 Mart’ta Sahne 42 Maslak, 14 Mart’ta Kenter Tiyatrosu ve 24 Mart’ta Baba Sahne Kadıköy… Sonrası Allah kerim.
Sağlıklı insanlar olarak, emin olun, bu tatlı ve komik oyundan çıkıp benim gibi kötülüğün sıradanlığına varmazsınız. Aksine insanın türlü türlü hallerine, yaşam ve ölüme karşı komik duruşuna dair birkaç düşünce eşlik eder tebessümünüze… İçiniz rahat olsun.